Cuma, Temmuz 25, 2008

Vahşi

Tüm hayvanlar doğası gereği vahşidir, doğasından uzaklaştıkça vahşileşense insandır. Kendilerine ait kurtarılmış bölgelerde, her şeyi mübah kılabiliyorlar. Bu mübahlık düşüncesi, onları daha saldırgan yapıyor. İyi ve ya kötüyü zeminden kaldırıp her şeyin öznelleştiği bir ortamda istediklerini yapıyorlar. Çoğu bir süre sonra ruh yiyen yamyamlar haline geliyor. Üstelik bundan lezzet alıyorlar. Ruh yemeyenleri ise, aşağılayıp lanetliyorlar. Çünkü vahşi olamazsanız insan olamazsınız. Bir canlının en tehlikeli ve en masum olduğu anları birleştiren savunma durumları bile insanda değişik bir duruma bürünüyor, tüm masumiyetini yitirerek bir saldırı niteliğinden öteye gitmiyor. Tüm düşünceleri tehlikeye daha yakın! Kendinden olmayana saygıları yok denecek kadar az! Sadece kazananlar haklı! Kimse kaybetmiyor! Ezilenler bile dini inançları doğrultusunda, kazanmış görünenlerin gerçekte kaybettiği inancındalar. Herkes son derece haklı, herkes son derece doğruluk ukalası. Herkesin kazandığı bir dünyada kaybetmiş hissine kapılmak neredeyse imkansız. İşte bu imkansızı başaran insanların, kayıpları ise şurada düğümleniyor: Gerçekten kaybetmek ya da kazanamayacağı hissiyatını yitirmek. Umutların cenaze namazını kılıp, hakkını helal etmeden toprağa gömüvermek. Kaybetmeyi alışkanlık haline getirip, kaybetmeyi kazanca dönüştürmek. Bir tür paradoks için yüzmek gibi, yüzmek; olduğumuz yerde hareket etmekten öte değil! tüm bu vahşiliğin içinde kendimizi bulduğumuzda henüz hiçbir şeyin farkında değildik. Büyüdükçe kirleniyor, kirlendikçe daha da vahşileşiyorduk. En yırtıcı hayvanları bile evcilleştirirken, kendimize hiç ama hiçbir şey yapamıyorduk. En zalim insanların çocukluğuna baktığımda bile o samimiyet ve iyiliği görebilirken, büyüdükçe alınların ortasında beliren şeytani keskinlik ve kararlığı okuyabiliyordum. Sonra kendi kendime: En zalim insanın bebekliği bile ne tatlıdır! Keşke savunmaları hep masumiyetlerinde gizli olsa, bakışlarıyla kalplerde merhamet doğurabilseler. Merhametle kırabilseler en girift kilitlerini hayatın! Anlaşılan, ne merhamete ihtiyaç var insanların nede kilidin kırılmasına!
Tam olarak yalnızım, beni bağlayan hiçbir şey yok! Doğada bulunan her şey insanlardan daha anlamlı bir hale geldi! Bir ağaç yaprağının güneşe bakan yüzünün daha koyu olduğu gibi, doğaya baktıkça daha gürüm, daha hayat! Arkamda bıraktığım solgun taraflar ben ölmedikçe bakamayacaklar güneşe!hayat yapraklarımın buruşup ters düz olmasını bekleyeceğim belki de insanlarla barışmak için! Doğayı hayallerimden öte yaşamak istiyorum. Bir apartmanın, kibrit kutusunu andıran ara katında, doğasız, güneşsiz, insansız, yılansız… En son ne zaman güneş gördüğümü bile hatırlamıyorum, bugünün tarihi kaç? Yarı uykulu, yarı sarhoş bir halde, kapımı bir iki gün zorlayıp üçüncü gün çalmaya bile kalkışmayan arkadaşlarımın vefaları içinde yaşıyorum burada. Birkaç kraker ve kısa sürede biteceğini bildiğim şekersiz kahvelerim! Hayata bağlanmak bu kadar kolay aslında! Tabi nefes alıp vermek istiyorsanız. Çöktüm, hareket edecek halim hiç yok. Diz altlarımda ki kaslarım uyuşmuş, yürümek bir işkence halini alıyor. Ayağımı yukarıya kaldırırsam anca rahat ediyorum. O zaman bakabiliyorum ayaklarıma hem. Beni her yere götüren ayaklarım, bana bir zamanlar özgürlüğümü veren ayaklarım. Çekip gitmek istediğimde adımlarımı attığım ayaklarım! Şimdi öylesine ağrıyorlar ki. Çekip gitmenin acısını yüreğimden sonra en çok ayaklarımda hissediyorum. Yarı uykulu bir halde sayrılarım sayıklamama sebep oluyor! Sayıklıyorum, adını bilmediğim şeyleri…
Bir insanla en son dün gece rüyamda konuştum. Saçmalamaktan da aşırıydı konuşmaları. Dinliyordum, sakin ve rahat. Hem insanların saçmalaması rahatlatıyor beni. Onlardan bir şey beklemeden sadece dinlemek için dinlemek gibi geliyor. Yani kazanmak istemeden dinlemek! Rüyalardaki konuşmalarla, rüya ötesi dediğim yaşamımızdaki konuşmalar arasında tam olarak bir fark göremiyorum! İnsanlardan kurtulmam imkansız, bedenim onları terk etse rüyalarım terk etmiyor. Bu vahşi yerde, vahşileşmekten başka çarem kalmıyor! Daha kötü ve daha mutlu! evin duvarların gizlediğim insanlarla sohbetimi artırdım. Ben konuşuyorum, onlar dinliyor. Bir düşman sessizliğini andıran bu durum, beni rahatsız etmiyor. Artık kaybedecek hiçbir şeyim yok! Kapıyı açıp güneş ışınlarının tenime çarpmasından korkmuyorum, bir insanın yüzüne bakmaktan korkmuyorum, sıcak apartman aralarının beni terletmesinden korkmuyorum! Korkmaktan da korkmuyorum. günler süren bu karanlıktan çıkacak kadar cesaretli hissediyorum kendimi! Anahtarı yanıma almadan saniyeler içinde kapının önündeyim. Düşünmeden kapı kolunu çevirdim. Eğer düşünürsem geri döneceğim biliyorum. Anahtarı evin içine bıraktım, gemilerini yakan kaptan gibiyim. Geriye dönüş umutlarımı yitirmek bana zevk veriyor. Beni daha da güçlendiriyor. Kapıyı hızla kapattım. Artık yuvama giremiyorum. Apartman boşluğu ile yan yana olan merdivenlerin karanlığındayım artık. Işığı yakacak kadar cesaretim yok. El yordamıyla aşağıya iniyorum. Ağır ve dikkatli. Karanlıkta dikkat hep yoğunlaşıyor. İnsanların kötü zamanlarında kenetlenmeleri bundan olsa gerek! Aydınlık olduğunda herkes birbirinin kuyusunu kazıyor. Görünmesin diye tuzaklar kurarak hem de! Neyse ki karanlıktayım. Aydınlığa gidiyorum, tuzakları bile bile hem de. İki üç dakika sürmedi, ışık huzmesiyle karşı karşıyayım. Saatin kaç olduğu hakkında bir fikrim yok, ama güneşin varlığından eminim. Hızla ilerledim, güçsüz kollarımda apartmanın ana kapısını açtım, hemen önde ki kaldırıma kendimi atıverdim. Kaldırımlara oturdum. Sanki çıplaktım, üşüyordum. Ellerim birbirine kenetlenmiş, vücudumu daha sıkı sarıyordu. Baktığım yerler gördüğüm yerler değildi, tam olarak boş bakışlar atıyordum. Düpedüz görmüyordum hatta. Birden sırtımda bir el! Hem de sıcaklığını hissettiren bir el.
-Ahmet nerelerdesin, görünmedin kaç gündür? Bir yere gitti herhalde dedik.
Yokluğumun dikkat çekiciliği beni mutlu etmişti. Sonra irkildim, bir avcı için avının yokluğu daima dikkat çekicidir zaten. Beni merak etmediklerinden emindim, sadece gözlerindeki tabloda bir karakter eksildiğinde farkına varıyorlardı her şeyin. Tablonun tamamlanması için gerek duyuyorlardı buna, bense elimde silgi tablodan kendimi zevkle siliyordum. Sildiğim yerde gördüğüm beyazlık mutlu ediyordu beni, bıraktım hayatın ressamına istediğini çizsin oraya. Tek korkum, beni yeniden çizmesi. İç konuşmalarım, Recai amcaya cevap vermiş gibi hissettirmişti bana. Birden kafamı okşayan el yeniden konuşmaya başladı. Yüzünü görmüyordum, gerçekten eli konuşuyordu:
-Ahmet evladım iyi misin? Ses etmiyorsun.
Recai amca daha az vahşi biriydi. Kazanmayı seven, savunmasında masumiyette barındıran biri. O yüzden ona cevap verebilirim:
-Şükür Recai Amca. Evdeydim, belirsiz bir uykuya dalmıştım. Anca uyunabildim. Ses edecek takadim yoktu.2-3 günden sonra uyandırmaya gelende olmadı.
Sıkıntımı anladı mı bilmiyorum, ama gülmeyen yüzünden sahte anlam okları gözüme batıyordu. Ya da gerçekten gerçekti! Zaten sahte ve gerçek bizim kabullerimizden başka ne ki?sahte bir altına, gerçek altın değeri versek yine aynı şeyleri satın alamayacak mı? Recai amcanın bakışlarını gerçek kabul etmeye başladım. Ya da bunu hissediyordum. Derken yeni ses tonları kulağımı tırmalamaya başladı. Recai amcadan başkada daha az vahşi insanlar varmış demek ki. Recai amca gelenler yokmuş gibi devam etti:
-Hayırdır Ahmet! Bir sıkıntın mı var? çözülür evlat çözülür, derdi veren dermanı da verir.
İçsesim haykırıyordu, büyükler hep bilgece konuşmak zorunda mı? Hem benim derdimin dermanı var mıydı? Benim derdim var mıydı? Gerçek sıkıntım, dert ile dermanın aynı şey ifade etmesiydi benim için. Bir çaresizlik. Anlamsızlık denizine dalmamak için zor tutuyordum kendimi. Sanki ben ona baktıkça o beni çağıyordu. Çaresizliğim bir uçurum oluyordu. Çaresizliğimden yalana başvurdum:
-Bir derdim yok Recai amca! Huzur depiyor, her şeyim yerinde şükürler olsun. Hem hayat bu kadar güzelken ne üzebilir ki bizi?
Yalan söylediğimi biliyordu, buna eminim. Ama üstünde daha fazla durmadı. Çünkü herkes bilir; herkesin anlatmak istemeyeceği şeyleri mutlaka vardır. Onun için belki de o anlarımdan birindeydim. İnsan sesleri kulağıma geliyordu. başımı hala kaldırmamıştım.”ne olmuş, ne olmuş” deyişleri kulağımı tırmalıyordu. Aslında olan bir şey yoktu, zaten her şey vardı. Ben doğarken de vardı, ben ölünce de devam edecek. Ben sadece bu tiyatronun bir sahnesiyim ya da o tabloda silinmesi gereken adam! Arkadan fırlayan Recai Amcanın torunu Recai mert çocuk gerçekliğini yanında getiriyordu:
-Ahmet Abi senin için vahşilik hastalığına tutulmuş diyorlar.
Recai Mert ismiyle, babasının kuşak sıkışmışlığının delili olan bu güzel çocuk, insanların söylediklerini yalansızca söyleyebilecek kadar cesaretliydi. Çünkü henüz vahşileşmemişti. Henüz savunması masumiyet taşıyor, insanda merhamet duygusu uyandırdığı için ona kızmak elimden bile gelmiyordu. Hem belki doğru bile söylüyordu. İlk defa başımı kaldıracak kadar güçlüydüm, bir çocuk yüzünü görmek rahatlıyordu çünkü insanı. Onu yanıma çağırdım, günlerden sonra bir insana dokunacaktım. Ona sarılıp şunları söyledim:
-neymiş o hastalık?
Yalan söyleyemeyecek kadar küçüktü. Konuşurken sık sık yutkunuyordu. Sorum onu mutlu edecek oldu ki heyecanlı halini artırarak cevap verdi:
-bilmiyorum Ahmet Abi. Babam kahvede duymuş evde söyledi.
İşte yalansız gerçekler buydu! Bilmiyorum diyebilecek kadar güçlüydü, yalan söyleyenleri ifşa edebilecek kadar cesur! Yüzüm gülümsedi, bu halimi unutmuştum. Yüzümün güldüğü gören Recai Mert de gülümsedi. Ses tonumu düzeltip:
-yalan söylüyorlar. Boş ver sen onları. Hem onlar vahşilik hastalığına tutulmuşlar farkında değiller. Kahvehanedeler, işleri güçleri yok, vahşileşmek için fırsatları çok! Her an için herkes hakkında acımasız yorumlarda bulunabilirler. Çok düşünmemek lazım.
Utandı. Yüzü kızardı. Hiçbir şey anlamadığı her halinden belliydi. Ona yeniden döndüm:
-boş ver Recai Mert! Zaten önemli şeyler söylemedim. Söylediklerimi hayat sana söyleyecek zaten. Ben yersiz bir konuşma yaptım.
Recai Mert ile yaptığımız konuşma canını sıkmış olacak ki Recai amca bana dönerek:
-hadi Ahmet! Bize gidelim yemek falan yeriz. Çok bitkin görünüyorsun. Biraz insanlara karışır, rahatlarsın belki. Hem dertler anlattıkça hafifler.
Gözleriyle oğluna ve komşusuna işaret etti. Kollarımın arasına girdiler, ağrıyan ayaklarım yerde sürünerek onlara doğru gidiyordum. Bitkin görünümümden kurtulmamı istedi. İnsanlara karışacak, daha aktif olacak, ve avını parçalamak için yeterince dinç olan vücudumla vahşileşmemi tamamlayacaktım. Ses etmedim, sustum. Vücudumun ağırlığını ayaklarıma bıraktım. İnsanlara karıştım, bu iki kol arasında ruhum intihar etti. Vahşileşmeye hazırdım.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

Martı

Uyanışın son bulduğu saatler, bir akşamüstü ılıklığı. Güneş, denizin üstüne öyle güzel kızıllıklar bırakıyor ki bu şahane şöleni kaçırmamak için dışarı çıkmak, deniz kenarından buna şahitlik etmek gerekiyor. Üstelik günün en sıkılgan saatlerine denk gelen bu şölen, hayatın “işte yaşamak için size 2.fırsat” demesi gibi geliyor bana. Eğer ölmek isteseydim, ölümüm kesinlikle güneş batarken olmalıydı. Bir şeylerin yok olduğunu görerek kendi yok oluşumu izlemek keyif verici geliyordu bana. Dışarı çıkmak için hazırlanmamı söylemesine rağmen, Emrah olayı ağırdan alıyor sanki sabrımı deniyordu. Gerçi kızmıyordum. Hemen aklıma geldi, kimler daha rahat sabredebilir? Tabi ki beklemesini bilenler, ve beklemekten ümidini kesenler. Hangisi olduğum hakkında bir fikrim yok. Ama beklemek bir huzursuzluğa sebep vermiyor bende. Kapı önünde bekleyişimin üzerinden dakikalar geçti. Emrah’tan hala ses yok! Yılların getirdiği bir alışkanlık gerçi. Küçükken de elimde topla evin önünde beklediğimi çok hatırlıyorum. Yılların değiştirdiği şeyler yok aslında, değişenler oyuncaklarımız. Üç çocuk evin önünde ki düzlüğe geldiler. Ellerinde plastik top! Birisi kaleci, teke tek maç, gol yiyen kaleye. Kurallar bu kadar basitti! Bir an kendimi maçın ritmine kaptırdım. Çocuklar, aslında hiçbir şey yapmıyorlar, ama bir şey yapmış gibi terliyorlar. O kadar beceriksizler ki, top bir türlü kaleciyi geçemiyor. İşte hayatın garipliği buradadır. İki dişli rakip karşılaştığında da, iki cılız rakip karşılaştığında da sonuçlar değişmez. Herkes kendi dünyası içinde gizli savaşını verir. Kaleci topu eline aldı ve bana doğru fırlattı. Eskisi kadar çevik değildim, hem küçükken giydiğim plastik ayakkabılarımın yerini pahalı deri ayakkabılar almıştı. Artık ayak özgürlüğümü bu ayakkabılara teslim etmiştim. Bir an vurmamak istedim topa. Sonra ayakkabılara acımadan topu sektirmeye başladım. Küçükken hiç düşünmezdim oysa ayakkabıya ne olacak diye! En çok babam düşünürdü “oğlum bunla top oynama, iki üç sene dayansın.” Babamı anlayabilseydim, dinlerdim. Fakat o büyülü dünyada ki en büyülü hareket, adi plastik topa vereceğim falsoyla ölçülüyordu. Hem babam yenisini alırdı daima. Çocuğun topu bana doğru atması içimde atılan bir toptan çok daha fazlasını uyandırmıştı. Topu geriye atıverdim, çocukluğumu fark etmeden terk ediverdiğim gibi. Emrah’ın inesi yoktu sanırım! Güneşin yarısı denize batmıştı bile, iki dakika içinde gelmezse tüm şöleni kaçıracaktık. Nefes nefese kalan Emrah merdiven basamaklarını ikişer ikişer inerek geliverdi. Acelesi her yanına aksetmişti. Sakin bir tavırla “haydi, çabuk gidelim” dedim. Deniz kenarına vardığımızda güneşin batmasına bir çeyrek kalmış, akşam simitçileri avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Akşam simitlerinin olağan üstü bir lezzeti vardı benim için. Onda bin bir türlü lezzeti hissediyordum. En çokta çıtırdayışını seviyordum. Bunu iyi bilen Emrah hemen üç simit kaptı geldi. Birisi bana, birisi kendisine, diğeri daha çok acıkanaydı. Deniz kenarına geldik, oturmak için temiz bir yer arıyorduk. Ne de olsa insanların en sevdiği şey kirletmekti! Zar zor bir yer bulup oturduk. simitleri güneşin ışığıyla bir kez daha pişiriyor, tazeliği ile yiyiveriyorduk. Birinci simitler bitti, geriye kalan tek simit! Emrah simitten bir parça kopardı. Hareketlerini dikkatle izliyordum. Elini havaya kaldırdı, tam elinde ki simiti denize atmak üzereydi ki bileğinden kuvvetlice kavradım:
-Ne yapıyorsun Emrah sen!
Bu tavrımı anlamayan Emrah, şaşkınlıkla:
-Martılara simit atıyorum. Esas sen ne yapıyorsun?
Hareketime anlam veremediği her zerresinden anlaşılıyordu. Onun için sadece martılara odaklanmıştı. Ve martılara simit atmanın yan etkilerini düşünüyordu! Tavırlarımın sertliği, süt liman olan denizin kızıllığının içindeydi.
-Bırak Emrah! Onlara yem atma! Çünkü onlar martı değiller.
Dediklerimden hiçbir şey anlamadığı açıkça anlaşılan Emrah:
-gördüklerim birer penguen yavrusu mu o zaman?
Bu kinayeli anlatımın altında yatan sitem, bir an önce cevaplandırılması gereken bir sorunun sitemiydi. Kararlılığımı cümlelerimi yansıtıp:
-bunlar tabiî ki martı değiller! Bakar mısın? Hiç biri avlanmıyorlar artık. Denizin kutsal ve temiz ürünlerine burun kıvırır olmuşlar. Hepsi atılacak bir simit parçasının ya da ekmek parçasının dilencisi olmuşlar. Dilenci olmayanlar ise denizleri bırakıp çöplüklerin üstünde uçuşuyorlar! Sence martı mı bu? Bence adı: dilenci çöp kuşu, olmalıydı.
Tüm bunları bir nefeste söylemiştim. Emrah, anlık hiddetim karşısında önce ne diyeceğini bilememişti sonra düşünmeye koyulmuştu. Martı gerçektende böyle bir hayvan halini almıştı artık. Sadece adı martıydı. Hal ve hareketlerinden martı olduğunu anlamak için tek alameti, değişmeyen görünüşüydü. Değişmeyen görünümler türün hakikatının çok azını ifade eder oysa. Gözümde büyüyordu yapılan en küçük hatalar bile ya da hatalar gerçekten büyüktü. Emrah kendimle konuşmama bir son vermişti:
-altı üstü martı ne bilecek tüm bunları!karnı doysun yeter! Tüm uğraşı karnını doyurmak için. Ha denizden, ha çöpten, sonuç aynıysa yapılanlar mübahtır!
Emrah’ın düşüncelerine şiddet kesildim! Sonuç aynıysa yapılan her şey mübahtır demek, çok büyük ve kabul edilemez bir hakaretti. Sonucun aynılığını nasıl kestirebiliyor insan. Sonuç nasıl aynı olabilir! Tamam martı affedebilir belki bir bakıma, ama doğa onu affedebilecek mi? Martı ne kadar martı artık! Gerçi bunu söyleyende bir insan. Kendisi martıdan daha kötü durumda oysa. Kızmış olduğumu yüzümün değişiminden anlayan Emrah:
-hayırdır? Yüzün değişti. Kötü bir şey mi dedim?
Kötü bir şey dememişti aslında. Sadece balık avlamasını unutan, martının çocuklarından biriydi o da. Dilenciliğe ve çöpçülüğe kendisini alıştırmış. Balık avlayın dediğimizde, çok farklı şeyler söylüyormuşum gibi hissediyordu. Bu yüzden anlatmak, onların hayal edemediği şeyleri söylemek abes karşılanıyordu. Yalancı sözlerimle ona seslendim:
-Yoo! Kötü bir şey demedin sadece düşündüm. Biraz yalnız yürümek istiyorum. Hem güneş battı. Evde birisi olsun, sen eve git yavaşça.
İtaatkar tavrıyla:
-tamam,evde görüşürüz.
Artık aklımda insanlarla baş başa kalmıştım, kendi yalnızlığımdaydım. Martılara baktım, hava iyice kararmış, onlarsa vapurun etrafında günün son dilenciliklerini yapacaklar. Birazdan çöplüğe uçarlar. Martıları düşünmüyordum artık. İnsanları düşünüyordum. İnsanlar! Onlar da aşk denizinin taze ve serin sularından beslenmek yerine, umut dilenciliği yaparak menfaat çöplüklerinde yaşıyorlar. Ama artık öylesine geçmişler ki kendilerinden, aşk denizine dalmayı unutmuşlar. Dalanları ise aptal ve enayi ilan ediyorlar. Duaları bile dilenciliklerinden öteye gitmiyor. Hem artık onlar için sonuçta aynı olmuş, öyle sanıyorlar. Daha fazla yemek için daha fazla nefes almaları gerekiyor ve daha fazla çöplüklerin üstünde uçmaları. Aşk denizine şöyle bir dalmak geldi içimden. Dalmak ve orada öylece kalmak. Açlığı hissederek öylece yok olmak. Bir masalda yaşamak gibi…gerçek martı gibi!

Pazar, Temmuz 20, 2008

Deprem Günü

Boş bir uğraş! İçine dökmenin yersiz zevki! İçini döktüğün yerde ki sahte anlam işaretlerinin efsunlu inandırıcılığı! Kendini anlatmak, anlamsızlık tohumlarının saçıldığı bir toprakta anlamsızlık otlarını kesmek! Son ise bilindik ve acı tarifinin içinde gizli. Herkes yarım yamalak anlattıklarıyla gider buradan, yani anlaşılamadan! Kimisi cennete gider, kimisi cehenneme, daha bir kimisi de sadece toprak olur, arada yeniden reenkarnasyonla dirilenlerde vardır! Hepsi kendi anlamlı bütünlerinin sonsuzluk koşu bandında koşar dururlar! Aslında hiç gitmezler! Koştukça benlikleri zayıflar, zayıfladıkça hayatın amacının “anlamlandırmak ve anlaşılmak olduğunu” sanırlar. Amaç birden daha çok anlamlandırmak olur! anlamsızlık denizinde yüzenler için durumun farklılığı çokça değişiklik arz etmez. Onlar bu koşu bandının kenarında diz çöküp, o hareketli zeminin kıpırdayışlarına şahit olurlar. Aslında ikisi yan yana, ikisi tahminlerinden bile yakınlar birbirlerine! İkisi de bir yere gittiklerini sanıyorlar, ama birlikteler. Sadece yerinde sayıyorlar, farkında olmadan aynı sona gidiyorlar. Bulundukları yerde kalarak.
Bir yerde kalmak, seni bekleyen sona gitmeni engellemez. Zira gitmek hareketle olmaz. Bazen son bize kendisi gelir. Hem de koşarak! Onun koştuğunu görenler ise, bunun bir sihir ve aldatmaca olduğunu, kendilerince korunaklı olan bu ucube yerde güvende olduklarını sanırlar! Sadece sanırlar… yaşamak çoğu kez sanmaktan çok daha farklı ve acı tecrübelerle doludur. Yarın ne olacağını bilmemek en büyük trajedilerden birisidir. Yarın ne olacağı ne olacağı bilinseydi durum değişmeyecek hatta daha vahim bir hal alacaktı. İnsanların birbirini yok etme arzularının şiddeti her daim kendini hissettirecekti! Hayat bu yüzden mi garipti yoksa? Ne olacağı hakkında fikri olmamak, her şeyi yapabilecek durumda olmak için üstü kapalı bir bahane miydi? Burası dünya, burada her şey olur, insan insana neler yapmıyor derken birisi, benden en büyük kötülükleri bekleyebilir misiniz mesajını mı vermek istiyordu? İşte bu yüzden daha iyi ve daha kötünün değil, insanın olduğu ve doğa kurallarının işlediği bir dünyada yaşıyoruz. İnsanın olduğu yerde iyi veya kötüden bahsetmek siyah zemine çarpan ışığın akibeti gibidir. Ona ne olduğu hakkında kimsenin bir fikri yokken, görülen tek renk siyahtır! Siyah tüm asaletiyle damarlarında hissettirecektir insanlara gerçekleri. Işığın olmadığı bir güzellik kadar günahları örtücü gerçekler! Yapılanlar karanlıkta kaldıkça, herkes tertemiz. Yapılanlardan geriye kalan tek iz: karanlıktaki görülmeyen beyaz noktalar.
Gözlerimi açtığımda her şey yerli yerindeydi. Hafif bir depremin kimseye zararı yoktu. Kendimi beşikte ninni dinleyen bir bebek gibi hissediyordum! Düşüncelerim dinlediğim ninnilerimden çıkardığım derslerdi sanki. hatta depremin insan doğallığını ortaya çıkarması hoşuma bile gidiyordu! Yorganı üstüme çektikçe çektim. Aşağı inmeyi canım istemiyordu,nasıl olsa bu koca apartmanda ölümümü benden başka merak eden olmayacaktı. İnsanların kaçışlarını görmek ise bana tarifsiz bir acı verdiğinden dünyaya bakmak işime gelmiyordu. Bir nevi kendi içine kaçış. Onları görmezden gelmek, onları farazi dünyamda yok ediveriyordu hemen. Düşüncelerim kafamı delen bir çivi gibiydi. Yorganı örtmenin en küçük bir faydası yoktu! Sadece kendimi kandırıyor, ve bunu büyük bir zevkle yapıyordum. Ne insana daha çok tat verebilir ki insana, kendini kandırdıkları kadar!
Zoraki kalktım, güneşin yakıcılığı kendini hissettiriyordu. Perdeyi açık unutmam güneşin kahvaltıma ortak olması için geçerli sebepti. Işığı oldum olası sevmezdim. Bu yüzden tenimin beyazlığı, güneşten kaçışımın en büyük delilidir. İyi biliyorum, güneş insanı kararttıkça karartır, yaktıkça yakar. Kahvaltıda yemek istediğim hiçbir şey yoktu. Ama elim domatese ister istemez gitmişti. Bir domates, bir fincan çay ve beyaz peynir. Yemek istemeyen insan için oldukça zengin bir öğündü. Çaya şeker katmayı bırakmıştım. Artık eskisi kadar lezzet vermiyordu dilime. Gerçi yemek lezzetinin uzunluğu yirmi aşmıyordu ama buna dayanmak kolay değildi! Ne çekersem dilimden çekerim! Dilimi ısırmam bu sözü söylememle bir oldu! Hay Allah! Aksilik işte. Nedense hep beni bulur.
Çayı bitirmiş, yatağımı toplarken, kapı zili çalındı. Yine o kapı zili çalı! Bilmem kaçıncı senfonisi, bilmem hangi sanatçının. Kendi evimde bilmediğim bir adamın bilmediğim bir senfonisinin çalınması evime yabancı hissettiriyordu beni. Türkü mü çalsaydı acaba. Mırıldanarak hayal kurmaya başladım:
Şu köyceğiz yolları
Kaldır Ayşe’m kolları
Bizim için yapılmış
Şu Muğla’nın yolları

Oldu mu Ayşe’m oldu mu
Enişten camızlarını buldu mu
Bir kerecik öpmeynen
Gül benzin Ayşe’m soldu mu

Ay doğar aşmak ister
boy sürer yaşmak ister
Şu benim deli gönlüm
Yare kavuşmak ister
Güzel türküydü. Kapı zili kulağımı tırmalıyordu hala. Kapıyı açtım. Kendi kendime bunu yapabilirim dedim. Evet tez zamanda bu senfoni yerine bu türküyü koyacağım! Hem belki evimi kendimin hissedebilirim. Ayak seslerinin yankısını duyuyordum ama kapıdan ayrıldım. Yanıma gelecek hiçbir arkadaşımla,onları kapıda karşılayacak kadara aramız resmi değildi! Bir çoğunda evimin anahtarı vardı hatta. Onları peşinen uyarmıştım, evin zilini çalmayın diye. Salona geçtim. Kitaplığımı izlemek bana zevk veriyordu. Aynı kitap isimlerine her gün bakmak! Sanki isimlerini okudukça, kitapları yeniden okuyor gibi hissediyordum. Ve her bir kitapta bir anımı yeniden buluyordum. İşte şu kitap, onu okurken canım çok sıkkındı. Bu kitabı okumak beni hayattan daha da soğutmuştu. Daha kötü olmak için okumuştum. Tek derdim, keşke 16 yaşında okumasaydım. O günden beri daha iyi olduğum günleri seyrek hatırlıyorum. Ha yüzüm güneşli, ya kalbim?
Emre evin kapısını çalmadan girdi. Bir eve giren nefesi hissetmek zor değildir. Sadece sessizlik şart! Tam bu esnada evimin duvarlarına baktım. Evin duvarlarını canlı tutan insan nefesidir, bu yüzden yıkılır eski binalar bir nefesten yoksun! Devrik cümlelerle yaptığım iç konuşmalarımı çok seviyordum. Ses çıkarmadığımı bilen Emre, odalarda beni aramaya başlamıştı. Önce odama doğru yönelmişti. Evin çürümüş parkeleri bunu hissettiriyordu. Sonra salona doğru gelmişti. Ellerini omzuma attı:
-Naber Halil? Ne yapıyorsun burada?
Mutlaka cevap verilmesi gereken sorular vardır hayatta. Eğer karşıdaki insana saygı duyuyorsan bunu yapman gerekir. İçsel bir rutinlikle cevap verdim:
-iyidir adamım. Raflara göz atıp hayal kuruyorum. Bilirsin çok seviyorum bu işi. Yani kitap isimleriyle hatıraları yeniden yaşamayı.
Gelen giden en sık arkadaşım olduğu için beni iyi biliyordu. Merak etmiş yüzü ile cevaplamak zorunda olduğum sorularına yenisini ekliyordu:
-deprem oluyor kaç gündür. Senden haber yok. Ev telefonunu açmıyorsun, cep telefonu kapalı. Kimse seni görmemiş. Nerelerdesin sen?
Nerede olmadığımı bilmeyen insanların, beni merak etmediklerini bildiğimden bu soruyu sorulmamış sayarak diğerlerine yuvarlak cevaplar vermeye başladım:
-Ya, oluyor. Ne yapabilirim ki? Evden çıkıp gitmek istemedi canım hiç. Evden de çıkmadım hiç. Kapıcıdan başka gelende olmadı. İşte bugün sen geldin. 4 gündür yalnızım, 24 yıldır olduğum gibi.
Cevaplamadığım kısma dikkat kesilen emre bunu iyi idrak etmiş olacak ki yarı teselli vermeye çalışırken, yarı arkadaşların vefasızlığından bahsediyordu:
-herkesin işi çok oğlum. Hadi naz etme çıkalım. Arkadaşlar seni özlemişler. Hem hava almak iyi gelir. İyice apartman köstebeği olmuşsun sen.
Dışarı çıkmak istemiyordum, dışarı çıkmam için bir sebep yoktu, fakat evde kalmam içinde bir sebep yoktu. Gerçi hayatın bir sebebinin varlığını bile tartışırken, hep başkalarının dediklerini yapmak işin kolayı oluyordu. Hayatı akışına bırakmak dedikler bu olsa gerek. Emre’ye seslenecektim. Sonra bunun gereksizliğini hissettim. Gözlerimle bir işaret yapıp giyinmeye gittim. Giyinmek için 5 dakikadan fazla zaman harcamayı, benim gibi zaman telefi yapmayı alışkanlık haline getirmiş biri olarak çok bulurdum. Hemen giyinip Emre’nin yanına geldim.
-hem yapacağız bugün biz?
-Arkadaşlara gideriz, sonra yukarı çıkarız parka doğru. Şehri izlemenin en güzel vakitlerini değerlendiririz.
Gençlikten işim geçmiş olacak ki refleks haline gelen şu cümlemi söyleyiverdim:
-ne var orda?
Emre kızmıştı, yüzünden memnuniyetsizliğini okumak çok rahattı! İnsanlar çok çabuk kızarlar, çünkü çok çabuk unuturlar. Emre’yi üzmek istemediğimden olayı şakaya vurur gibi yaptım:
-sende hemen kızıyorsun be ortak! Senin gittiğin her yere sorgusuz sualsiz gelirim ben. Hadi nereye gideceksek gidelim.
Bu cevap karşısında rahatlayan Emre, omzumdan ittirerek beni:
-hadi yürü! nereye istersek oraya gidelim.
Apartmandan en son 4 gün önce çıkmış olduğum için etraf değişmiş gibi gelmişti. Gerçi etrafın değişmesi benim çevreye olan yabancılaşmamdan başka bir şey değildi. Ama değişmişti sanki. aman, emre önden gidiyor, arabasına doğru ilerliyordu. Dostluktan çok daha fazlasını hak eden bu adamla yan yana gitmek bile bir onurdu! Arabaya bindik. Emre bana seslendi:
-nereye gidiyoruz abi son kez soruyorum.
Bu cevabı bilinen, ama tercihi bilinmeyen sorunun yanıtı verme görevi bana düşmüştü.
-hadi sür emre, hayal kurabileceğimiz bir yere gidelim.

Cuma, Temmuz 18, 2008

Toprak

Uyuşmuştu, gözlerini açamıyor, bir yaşam kepazeliğine kendini terk ediyordu. Ağırlaşmış vücudunu dayamak için bir yer aradı. Arkasına döndü, bir incir ağacı vardı. Arkaya dönüp bakmanın kimi zaman işe yarayacağını daha iyi anladı. İncir ağacına baktı. İncir ağacının bir dalı öylesine güzel eğilmişti ki yere doğru, bir padişah tahtı gibi onu ağırlamayı bekliyordu sanki. Kendini 2 soluklanma ardından incir ağacının dalına atıverdi. Yorgun vücudunun huzur bulduğu bu yer , o an için dünyanın en rahat yeriydi. Hemen önünde olgunlaştığı tombulluğundan ve hafif kırmızılığından belli olan incir yemişini koparmak için elini uzattı. Olgunluğun verdiği yumuşaklığı elleriyle hissederken, incirin sütü ellerini boyadı. Çok geçmeden derisi kızardı. Ağzının içine aldığı ile parmağı ile bir koca karı terapisi yaptı kendi kendine. Bu yılgınlığına kendiside şaşırıyor, bir an için tüm ümitlerini yitirişinin altında yatan sebepleri düşünüyordu. Evet, aslında tam olarak koca bir hiçti. Ama elinde olmayan şeyler vardı insanın. Üzülmek istemediği halde üzülür, sevmek istediği halde sevemezdi. bir an kendini kendine ait hissetmedi. Daha çok belli kuralları olan bir oyunda figüran gibiydi.basit, yılgın bir figüran. Rolü daha çok yorulmak, daha çok üzülmek…
Zaman kavramını yitirmişti, bugün ayın kaçıydı? Kolunda ki saat ne zaman bozulmuştu onu bile hatırlamıyordu. Bir zamanlar gözünü sık sık gezdirdiği bu zaman gösterici bozulunca vefasından onu kolundan çıkaramamıştı. Gerçi zamanla ve kendiyle bozuşması da aynı dönemlere denk geliyordu. Kendisiyle bozuştuktan sonra ne anlam ifade eder günün saatleri insan için? İşte vefa dedi. Benden hayata kalan son bensel duygu. Nefrete vefa, kötülüğe vefa,insanlara vefa…bir vefa ummanında tekneciği olan, fırtınaya tutulmaya hazır bir adam. Fırtınası kendisi olmuş bir adam. İncir dalından şöyle bir doğruldu, bozuk saatine tekrar baktı. Mayısın on üçü saat on! Bu saat için zamanın durduğu andı artık, onun içinse zaman kavramının kendisini yalnızlığa terk ettiği an. İncir ağacının gölgesinin düştüğü toprağa eğildi. Avucunu bol bir kazandaki aşa kepçenin daldırıldığı gibi daldırdı toprağa. Sonra bir kum saatini andıran avuçlarındaki toprağı izledi. Yavaşça aşağı doğru akıttı. Toprak tanelerinin yeryüzüne düşüşüne hayretle izliyor, sanki büyü yapıyordu. “kara büyü” dedi kendi kendine. Avuçlarında ki toprak tanelerini sonuna kadar akıttı sonra bir tane bile kalmasın diye avuçlarını birbirine vurdu. Bir alkış yapıyordu büyüsünün ardından! Boş ellerine baktı, İncir ağacının seyrek gölgesi altında kendi gölgesiyle bir savaşa tutuştu. Küstah bir gülümsemeyle kendine şunları söyledi: kim kazanır gölgelerin savaşında?
Yılgın vücudunu ileriye doğru yürüttü. Gitmekten çok daha zorunu yapıyordu, kendisini de taşıyordu. Ağır bir taşı yerinden alıp, her solukta bir kuvvetle ileriye taşıyıp, yere koyup, bir soluk mesafedeki yere taşımak gibi. Öyle ağır, öyle yapmak zorunda! Yutkunmanın ölüm getirdiği zaman gibiydi artık gitmek. Sadece düşündü…
Yolun düz kısmının bitmesine az kalmış, oldukça çetin bir iniş onu bekliyordu. Çok geçmeden inişin hemen başına geldi. Sağ tarafta duran çeşmede eli yüzünü yıkadı. İnişe uzun uzun baktı. Haddinden hızlı inmek yorar bu bedeni, dedi. Attığı her adımda tuzağa düşecekmiş hissiyle inişi inmeye başladı. İhtiyatına yılgınlığını ekliyor, yalnızca yürüyordu. İnişin sonuna geçte olsa varmıştı. İnişin sonunda bir türbe vardı, hem çok yorulmuştu. Durmak, burada dinlenmek iyi gelebilirdi. On on beş adım attıktan sonra çevresinde ki tüm kuraklığa meydan okuyan ve bu bozkırda bir vahayı andıran türbenin kapısını açtı. İçeride sayıları yirmiye yaklaşan insanlar vardı. Kimisi dua ediyor, kimisi tüm batıl inançları yan yana getirmiş olacak ki türbeyi gölgeleyen meşe ağacına çaput bağlıyordu. Hiç tepki vermeden türbenin köşesinde içine beton dökülmüş tenekenin üstüne oturdu. Uzun zamandan beri insan görmeyen birisi için insanları izlemek hoş bir uğraştır. O da öyle yapıyordu. Kimisinin duası kulağını tırmalıyor, kimisi yakarışlarına yalvarma ekliyordu. O sadece susuyordu. Sessiz yaşamayı seviyordu. Vücudunun yorgunluğu göz kapaklarına aksetmiş olacak ki kendini en huzur bulduğu yere, uykularına teslim ediverdi. Uykuya uyandı.
Gözlerini açtığında insanlar gitmiş, dahası kendisi tenekenin üstünde değil türbenin hemen arka tarafında ki sedirin üstündeydi. Üstüne bir çarşaf, kafasının altında yastık. Gözlerinin tekrar tekrar açmıştı. Uyuduğu yer ile uyandığı yer farklı mıydı? Bu sırrın çözülmesi saniyelerini almamıştı. Elinde yıkanmış domatesler ve somunla gelen adam ay ışığında rahatça görülebiliyordu. Sedirin yanına gelen adam, domatesleri ortaya koyduktan sonra:
-tenekenin üstünde uyuyup kalmışsın, arkada ki sediri görmedin herhalde. Bu türbede yolcular için çarşaf ve yastık daima bulundurulur. İnsanlar bunu bir ibadet gibi yerine getiriyorlar. Türbenin için temiz çarşaf ve yastıkla dolu! Sizi uyandırmaya çalıştım fakat öyle ağır uyuyordunuz ki uyandırmak mümkün olmadı. Bende sizi sedire taşıdım. Karnınız açtır, buyurunuz.
Hiç konuşmadı, domatesleri iştahla ısırdı. Somunu bölüp yarısını karşıdaki adamın önüne koydu. Sonra kendi içine konuştu: neden herkes ihtiyacı kadar olanı almazda, önce ikiye böler.diye düşündü. Elinde ki somunu bir kez daha ikiye bölüp,diğer yarının yanına koydu. Karnını doyurunca cevap verdi:
-çok yorgunum. Üstelik açtım ve ayakta duracak halim yoktu. Sizi fark etmemem öyle normal ki! Hem siz kimsiniz?
Bütün anlattıklarını Hasan’ın yüzünden anlayabilen adam:
-ben bu türbenin bekçisiyim.
durumu garipsemeyen Hasan, konuyu daha fazla uzatmadan:
-kim olduğunuz o kadar önemli değil. misafirperverliğiniz için teşekkür ederim.
Aslında ona inanmayan Hasan olayı dallandırıp budaklandırıp sebepsiz bir konuşma içine dahil olmak istemiyordu. Suskunluğuna suskunluk eklemesi adamın konuşmalarını engellemiyordu. İsmini bile sorma gereksinimini duymayan Hasan’a seslenmeye devam ediyordu:
-suların içinde yanan gemiler gibisiniz. Bu durgunluğunuz ve hayattan geçmişliğiniz niye?
Aslında adamın sorusunu hiç beğenmeyen Hasan, saygısını bozmamak için kaçamak cevaplara yelteniyordu:
-Toprak beni çekiyor. Bende ona gidiyorum.
Sanki oltanın ucuna yem takmamış fakat oltaya balık düşürebilmiş bir adamın heyecanı gibi atıldı esrarengiz adam:
-her şey toprakta değil mi zaten? Kendinize yaptığınız bir yolculuk demek ki bu.
Konuşmak için hevesli bu adamın aksine Hasan, içi geçmiş tavrına devam ediyordu:
-toprağımda zehirli zakkumlar…
Arkasını getirmedi, zaten konuşmak istemiyordu. Fakat adamın kolayca pes etmeye niyeti yoktu:
-gerçek soru şudur? Aynı toprağa ekilen tohumlar neden farklılık oluştururlar? Kimisi tatlı bir karpuz olurken, kimisinden ısırgan otu, kimisinden baldıran…
Adamın dediklerini ilk defa düşünen Hasan soruyu kafasında düzeltmeye çalışıyordu. Madem toprak aynı topraksa, hepsi aynı suyu, aynı minerali alıyorsa, birinden zehir birinden bal akmasının sebebi ne olabilirdi ki. Gönül dünyasına kırlangıçotu dikiyordu sanki. Adama dönerek:
-suçlu kim? Toprak mı, tohum mu?
Ay ışığında zor seçilen yüzünden bile kararlılığı okunan bu adam da kısa cevap vermeye başlamıştı:
-tohumu eken!
Bu cevap karşısında bu defa cevapsızlığından susan Hasan, adamın devam etmesini ister gibi kafasını hafifçe sallayarak susuşunu devam ettirdi. Hasan’ın mesajını alan adam sözüne devam etti:
-Toprak kendisinde olanları verir. Tohum alması gerekeni alır. Hepsinin gerekliliği ve mahiyeti vardır. Kendi bahçemizde görmek istediğimiz tohumu ekmek ise hayatımızı oluşturur. Tohumdan haberi olmayan, toprağı bilmeyen, eline geçen tohumları öylece saçıp savuran kimse bahçesinde sürprizlere hazır olmalıdır. Bu yüzden kimi insan şansız hisseder kendini. Aslında savurdukları tohumun filizlendiğinde kendini baş göstermesidir şans. İyi mi çıkar, kötü mü çıkar bilinmez. Hayata hazır olmak için, tohumları dikkatlice seçip, özenle toprağa koymalıyız. Yoksa toprağın üstüne konulduğunda sadece kaktüs filizlenir.
Adamın uzun cümlelerini dikkatlice dinleyen Hasan duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyordu. Kendi hayatının anlamsızlığını adamın dedikleriyle kesiştiriyor bir cevap bulmaya çalışıyordu. İncir ağacının eline aldığı toprağı düşündü. Akıp gidişini son tanesine kadar. Adam artık Hasan’ın içinden geçenleri de okur gibiydi:
-zaman toprağa büyüsünü veren sihirbaz gibi. Akışında bir gizem, her tanesinde bereket.
Hasan artık yılgınlığını atmış son bir hevesle sorusunu soruyordu:
-peki ne yapmalıyız?
Adam üstünde bir yolcu havası var gibi bu defa sözlerini hızlandırmış nefesi sıklakmıştı:
-Toprağa iyi tohum ekemiyorsak toprağın kendisi olmalıyız.
Artık tüm sorularının cevabını bulmuştu. Elinde bir tutam gül tohumu vardı. Onları toprağa attı. Adam gözlerinden kayboluverdi. Ölen hasan mıydı, giden adam mıydı?
Toprağa kokusunu verdi, onun toprağından güller filizlendi.

Perşembe, Temmuz 17, 2008

Tuvalet

Bir nefesten çok daha fazlasıydı konuşmak. Yutkundu, boğazı acıyordu. Düşünmek için aldığı nefes ile düşüncelerini açıklamak için verdiği nefes, kıyasıya bir mücadeleye girişiyor; ardından aldığı nefesteki düşünceleri, vereceği nefesin sesinin kısılması için göğsünü sıkıştırıyordu. Başını eğmedi, gözleri patronuna yöneldi, ona bakıyor fakat görmüyordu. Bir çift azardan sonra yerine oturdu. Konuşamamanın verdiği acıyla koltuğu bir diken halini aldı. Oturamıyor, koltuğundaki diken hayatına batıyor sonra kalbini kanatıyordu. Bütün bu olan bitenleri izleyen arkadaşları, haksızlığa boyun eğen koyunlaşmış insanlardan başka bir şey değildi. Onlar için yalnızca kendi çıkarları vardı ve bu çıkarlar dışındaki hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Bir an tiksindi hayattan, midesine anlamsız bir acı oturdu. Genzine kadar hissetti her şeyi. Hayata nefret duydu, aslında hayata değil; insanlara…
Temiz masasına, leylak konan siyah mermer zemine, oturduğu kırmızı koltuğa, tüm şehri gördüğü ama şehrin ona göremediği binayı boydan boya kapatan cama baktı. Her şey itinayla yerleştirilmiş, haddinden fazla düzenli ve güzel görünüyordu. Ama sadece görünüyordu. Bu müthiş insan yapısının içinde, insana saygıyı unutan, onu köle gibi gören bir zihniyetin cinayeti her gün defalarca işleniyordu. Arkadaşları ise onun kendinden geçmiş halini çokta umursamayan tavırlarla onu izliyorlar, belli belirsiz fısıldaşmalarla dedikodu yapıyorlardı. Koltuğundan ayağa kalktı, iyi biliyordu karnından konuşan insanların samimiyetini! İş yerine patron geldiğinde, çalışmaya çoktan koyulduğu için patronu görmeyen ve bunun akabinde ayağa kalkmayan Halis bunun cezasını olmadık biçimde çekiyordu. Patronu bunun büyük bir saygısızlık olduğunu, çalışırken uyunmaması gerektiğini şiddetli bir dille yankılandırarak bağırıyordu. Patronunun sözlerine anlam veremiyordu Halis. Hem ona saçma geliyordu, bir insanın bir diğer insanı görünce ayağa kalkması. Kalkıp bir yere mi gideceklerdi, hayır! Patron sabah herkesle tokalaşıyor muydu? Kesinlikle hayır! O zaman bu şekilsel tören niyeydi? Ama bunun adına “saygı“ diyorlardı. Halis’se bu tavra “saygı” diyenlere kızıyordu. Ona ise, “ saygının parayla satın alındığı bir ortamda ayağa kalkmak saygı pezevenkliği yapmaktır.” diyordu. Ona göre işini en iyi şekilde yapan ve kendisine saygısı olan herkesin dünyaya karşı saygısı vardı. Ancak saygı artık insanın kendi içinde oluşmuyor, dışarıdan ısmarlanma çıkarcı tecrübelerle edinilmiş bir menfaat vasıtası halini alıyordu. Kızıyor, derin nefes alıyor, havayı ciğerlerinden acıtarak çıkarıyordu. Sabah dokuz oldu mu şirketin çaycısı elinde çaylar ile servise çıkıyordu. İşte saat dokuz! Çayçı Ahmet kırmızı yanaklarıyla gülerek “günaydınlar “ dedi. Şirketteki herkesten daha uyanmış görünen bu adam, yaşamın çarkında ezilmenin verdiği tecrübeyle Halis’in yüz tipinden olanları tahmin edebiliyordu. Tabi ki bu tahmine, patronun geleneksel tavrını çok iyi bilmesi dayanak oluşturuyordu. Hissettiklerinin doğruluğunu tasdik ettirmek istercesine, o kadar masayı atlayıp en uçta oturan Halis’in yanına geldi. Sabah mahmurluğunu çoktan üstünden atmış bir ses tonuyla:
-Olur Abi arada böyle şeyler, sıkma canını! Şu çayı al.
Halis, içinden kızgınca “Olmaz! Demiyoruz bir kere de” dedi. Çayın sıcaklığına aldırmadan üç çekişte bitirdi. Dilinin yanması, insanlarla konuşmaması açısından önemli bir bahane olabilirdi. Dilinin ortası öyle yanıyordu ki, bu yanma kaşınmaya bırakıyordu kendini. Çaycı, ona hayretle baktı.
-Abi bir çay daha ister misin?
-Sağ ol Ahmet! Kafi!
Ayağa kalktı. Başını eğdi, tuvalete doğru yöneldi. Tuvaleti yoktu. Ama kendini gitmek zorunda hissetti. Hem ne zaman canı sıkılsa onun için kurtuluş halini alan tuvaletler, onun kendi özgürlüğüne açılan bir kapıydı adeta. İçeri girdi, sifonu çekti. Kendi kendine konuşmaya başladı:”Su sesi! Burası şehir! Burada su sesleri sadece musluklardan duyulur, israf kanalizasyonlarına akarken…“dedi. Su sesinin rahatlığına kendini bıraktı. Şimdi bu iki metrekareyi aşmayan dört duvar arasında öylesine mutluydu ki. Hayallere daldı…ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyordu. Saati ve cep telefonu hiç omlaştı. Tuvalet kapısının çalınmasıyla hayallerinden uyanmıştı. Bu güzel uykudan anca böyle kötü uyanılabilirdi,dedi. Dışarıdan gelen ses:
-Noldu halis? İyi misin sen? Yarım saat oldu çıkmadın.
Kendini toparlayıp, çok sevdiği bu hayal dünyasına açılan kapıdan çıkıp, tuvalet kapısına doğru yöneldi. Solgun benziyle arkadaşına doğru bakarak:
-Kafam döndü Rıza. Anca geldim kendime.
Elini yüzünü bir güzel yıkadı. Sonra patronun odasına doğru yöneldi. Patronu, sanki bir müşteri karşılıyormuşçasına sahte olan gülümsemesiyle onu buyur etti. İstifa etmek istediğini söyledi. Patronu sabah olanlar için özür diledi. Geceden kötü olaylar yaşadığını ve bunu iş yerine yansıttığını, ama aslında böyle bir niyetinin olmadığını söyledi. Bunlar tipik köle kandırmaca lafları gibi geldi Halis’e. Patronunun ne kadar iyi bir pazarlamacı ve sömürücü olduğunu bilen Halis’in buna inanması mümkün değildi. Patronuna yönelerek:
-Deniz Bey, istifa etmek istiyorum.
Bu kararlılık karşısında şaşıran patronun ağzından kısık sesli kelimeler çıkıyordu:
-neden Halis bey, iyi anlaştığımızı düşünüyordum.
Artık bu seramoniye devam etmek istemeyen Halis cesaretini toplayarak:
-Anlaşmak!Ama sizinle değil. kurtla, kuşla bir anlaşma! Dağa gidip kurda kuşa yem olmak için. Sizin gibilerin sömürücülüğünden çok daha adil olan doğaya koşmak için! Onlar en azından bir kere öldürürler, sizse öldürmeyip süründürüyorsunuz. Ben, gidiyorum.
Kapıyı kapattı, masasından ajandasını ve kalemini aldı. Arkadaşlarıyla selamlaşmadan şirketten çıktı gitti. Hemen şirket çıkışında ki çöp kutusunun yanına geldiğinde ajandasını çöpe fırlattı. Evine doğru yol almaya başladı. Kafasının bulanıklığı, dertlerinin birikimine eşlik edecek olsa gerek arabalar onu az kalsın çarpıyordu. Sanki tüm şehir ayık, bir o sarhoş geziyordu. Yalnızlığına mahkûm bu apartman çölünde susuz kalmış gibiydi. Gitmek hiçbir şeyi değiştirmiyordu, daha çok apartman, daha çok insan, daha çok kötü!
Henüz çok küçükken geldiği bu şehre karşı bir sevgi bağlayamaması, onun yaşamını iyice güçleştiriyordu. Şehri, köyünü, yaşadıklarını düşündü. O kadar çok düşünmüş olmalı ki bir anda kendini apartmanlarının önünde buluverdi. Zaman! Kapı zilini çaldı. Kapı açılınca içeriye girdi, bir merdivenlere birde asansöre baktı. Bu defa merdivenleri tercih etti. Çünkü asansöre binecek kadar acelesi yoktu! Ağır ağır daireye doğru yol aldı. Kapı açıktı, ses etmeden içeri girdi. Annesi bir elinde sigara, televizyonun karşısında ki koltuğa mıhlanmıştı. Halis’in yüzüne bakmadan ona laf attı:
-Ne işin var erkenden evde! Noldu iş yerinde?
Annesinin yüzünün memnuniyetsizliği gören Halis:
-İstifa ettim, artık bir işim yok. Çalışamıyorum şehirde! Yaptıklarım sanki havanda su dövmek gibi geliyor bana.
Babasından kalan emekli parası anca sigarasına yeten annesi öfkelenerek:
-Peki biz ne yapacağız bu şehirde! Nasıl geçineceğiz! Sen ne tembel adamsın böyle.
Televizyon karşısında mıhlanmış olan annesinin kendisini “ tembel” diye yaftalaması karşısında suskunluğunu devam ettiren Halis bu soruya cevap vermeden odasına gitti. Üstünü değiştirdi. Ütülü pantolonunu çıkarmanın verdiği huzurla yeniden salona döndü:
-Anne gidelim buradan. Geldiğimiz yere geri dönelim.
Annesi uzamış tırnakları arasından duman eksilmeyen elleri ile şehri göstererek:
-Bu güzel şehri terk edip, o suyun olmadığı köye geri mi dönelim diyorsun, dalga geçiyor olmalısın!
Annesinin köyünü unuttuğunu her halinden anlayan Halis daha fazla dayanamadı:
-Suyun olmadığı, fakat insanlığın olduğu bir yere gitmekten bahsediyorum. Fakat sen televizyonundan on metre fazla uzaklaşamadığın için bir nevi modern köle olmuşsun,” Sahibim bana çok iyi bakıyor, sağ olsun. “ der gibi bir havaya bürünmüşsün. Hayat adına sana nankör davranmayan toprağı ne çabuk unutmuşsun!
Çekti gitti yeniden. Babasının fotoğrafını çıkardı. Köydeyken annesinin dırdırlarına dayanamayıp şehre göçtükleri günleri hatırladı. Bir alt geçitte kamyonun altında kalışını düşündü babasının. “Ah! Keşke!” diye iç geçirdi. Suskunluğunu bozdu, artık kendisiyle konuşuyordu. Tuvalete yöneldi:
-Sen bu şehirlerin en sakin ve huzurlu yeri! Yeniden seninleyim.
Hayallerine daldı yavaşça…koştuğu kırları düşündü, sevdiği kuzuları, dedesinin merhamet kokan ellerini, komşudan şeker aldığında duyduğu sevinci…Ağladı.yalnızlığına acıdı. Bir an sanki bu kapalı mekandan uçtu, çok ama çok uzaklara gitti. Cebinden küçük çakısını çıkardı, tuvalete oturdu. Düşündü; yaşamın gerçek sorunu, bir insanın bir intiharı gerçekleştirememe nedenlerine nelerdir, dedi. Sol bileğine düşünmeden öyle bir çaldı ki bıçağı, bembeyaz tuvalet taşı bir anda kırmızıya boyandı. Bir elini sifona dayadı. Gözleri akan kanlarına bakıyordu. Bir buçuk dakika sonra artık canı neredeyse kalmamış, gözleri kanının kırmızısını zar zor seçiyordu. Eliyle son bir hamle yaparak, sifonu çekti. Tüm yaptıklarının üstüne bir sifon çekti! Şimdi tuvalet taşının beyazı beliriyordu. Sanki buradan hiç kan akmamış gibi. Yaşamaktan sıkıldığını anladığında cebine koyduğu bu çakı, hayatının noktasını koymuştu. Tuvalet üzerinde ki kanı kahve telvesi gibi fal bakılmaya hazırdı. Geçmişi anlatacaktı ama…”burada bir adam varmış,…ses kesildi, hiç çığlık atmadı. Sessizce öldü. Tıpkı bugüne kadar hep sustuğu gibi. Annesi tuvalet kapısına geldi:
-Halis hadi çık artık tuvaletten 2 saat oldu!

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

Kucaklama

Arabanın egzozundan çıkan dumanların gölgesinde kalmış, bu rahatsızlık veren boğucu kokuyu uzun bir süre koklamayacak olmanın verdiği huzurla derin bir nefes almıştı. Egzoz dumanı saniyeler içinde rüzgâra aldanmış, kısa sürede onu terk etmişti. Hemen on adım ötede ki arkadaşı onun duyulabileceği bir ses tonuyla,”boğuldun kaldın dumanların içinde, acele et biraz.” demişti. Son kez bu kötü havayı içine çeken Salih, temiz havanın kıymetini çok daha iyi anlamıştı. Gerçi o, bu deneyi hayatının her yerinde uyguluyordu. önce daha kötü bir duruma maruz kalıp, sonra daha iyi bir durumda, bulunduğu durumun iyiliğini daha içselleştiriyordu. Temiz havayı anlamak için egzoz dumanı sadece bir testti. Arkasında ki dev çantayı sırtına geçiren Salih, Yunus’un çağrısına kulak vermiş ona doğru ilerliyordu. Bu berkitme yolda, iki adam ve ağaçlar hariç kimse kalmamıştı. Güneş, baharın en güzel seviciliği ile onlara yaklaşıyor, beyaz tenlerini ısıtıyordu. Gölle dağ arasında paralel bir çizgi gibi uzanan yoldan dağ tarafına doğru hareket etmeye başladılar. Yunus sırtındaki yükten şikayetçi olan bir tavırla Salih’e:
-ne var bu çantaların içinde bu kadar?
Yunus’un tembelliğini iyi bilen, hatta dağda ki bu bir haftalık yolculuğa onu ikna ettiğine inanamayan Salih gülerek:
-çadır, battaniye,temiz iç çamaşır, bıçak, küçük bir balta, su ve konserve.
Salih sayarken onu dikkatle izleyen Yunus alaycı bir tavırla:
-Ohhh! Sanırım ölmeyiz.
Uzun süre sustular, Yunus artık mırıldanmıyordu bile. Herhalde buna mecbur olduğunu anlamış, kaderini yaşamanın akıntısına kendini bırakıvermişti. Salih aklından gideceği yoldan başka bir şey yokmuşçasına hızla adım atıyordu. Topraktan ziyade taşın hakim olduğu, taşların içinden fışkıran ağaçları gördükçe doğaya olan sevgisi daha da artan Salih, ilerde tepedeki düzlüğü görüyordu. Yunus’a işaret ederek:” görüyor musun? Orada konaklayalım.”dedi.
Sonbahar buraların en güzel mevsimidir. Hayat yazdan kalan yangınlığını ve yorulmuşluğunu sonbaharda atar üstünden. Taş renkleri arasına sıkışan çimen, ağaçlarla birlikte büyük bir koronun esrarengiz tablosunu çizer. Havanın üşütmeyen serinliği bir yaşam tazeliği sunar insana. Düzlüğe çok geçmeden varan ikiliden Salih, kahkahalar atarak cebinden çıkardığı mendil ile Yunus’un yüzünde ki terleri bir bebek bakıcısı edasıyla siliyordu. Yunus ise adeta yok olmuş gibi bitkin ve tembelliğine mahkumdu. Çadırları çantadan çıkarmasıyla kurması bir olan Salih, dinlenen Yunus’un yanına geldi:
-görüyor musun maviyi? Ya ufku? Ufukta gölün mavisi ile gökyüzünün mavisinin birleşimini…Beyazı andıran bir mavi…Ya göle dalları eğilen zeytin dalları! Yaprakları daha çok mavi sanki! Yeşilin maviye en yakın tonu ya da.sazlıklar, sanki gölün üstüne düşen ağaç gölgeleri.
Hayranlığını sesine aktaran Salih, avazı çıktığı kadar bağırıyor, mutluluktan gülen yüzüyle Yunus’un konuşmasına fırsat vermeden devam ediyordu:
-duyuyor musun sesimi? Doğa bana sesimi geri veriyor! Yankı, doğanın cömertliğinin ve kadir kıymet bilirliğinin en büyük örneği! Şehirlerde kaybolan seslere inat, defalarca duyuruyor sesimi hem de!dağ,taş, kuş…
Yunus’un kendini dinlemediğini fark eden Salih:
-kendimle konuşuyorum farkında mısın?
Bir az önce Salih’in yığın cümleleri arasında “yankı” sözü kulağında kalan Yunus, yaramaz çocuk edasıyla:
-Evet, yankı.ne güzel değil mi?
Yunus’un dönüşünü yeni bir haykırışla kutlayan Salih güneşin Göl üzerinde ki kızıllığına bakarak Yunus’a:
-Haydi Yunus! Biraz kendine gel. Buraya kendimizi bulmaya. Doğada yeniden doğmaya geldik.
Tembellik hırkasını çıkarmanın zor olduğunu bilen Yunus, doğanın güzelliği karşısında adeta çırılçıplak kalmış, ellerine güç vererek Salih’in ellerini “anlaştık” anlamında sıkmıştı.
Gece kendini çabuk hissettirir dağlarda. Çadırlarına girmişler karanlık sohbetleri yapıyorlardı. Guguk kuşunun ürkütücü sesi adete melodi gibi geliyordu. Bu melodi eşliğinde konuşmak o denli güzeldi ki! İki adam, sakin ses tonlarıyla, dakikada en fazla 2-3 cümle çıkan konuşmaları uzayıp gidiyordu. En son kim kimin hangi cümleyi söylediğini hatırlayamadan uyudular 2.günün sabahına.
Yunus kendinden beklenmeyen şekilde erken kalkıyor, çadıra yakın çevrede gezinirken sabahın duruluğundaki su sesine kulağını veriyordu. Yakınlarda bir su olmalıydı, öyle güzel şırıldıyordu ki. Çok geçmeden en fazla 250 metre ilerdeki suyu buldu. Elini yüzünü buz kesen suyla güzelce yıkadı. Çadıra gelip Salih’i kaldırdı. Salih’e suyun yerini tarif edip kahvaltı için bir konserve açtı. Yemeklerini yedikten sonra Salih’e dönerek:
-şimdi nereye gidiyoruz?
Salih gözü parlayarak:
-Gölü ve maviliği sadece gökyüzüne ait kılmaya. Dağların ardına Yunus.
Demekle yetindi. Aslında ikisi de nereye gittiklerini tam olarak bilmiyorlardı. Ama dağın arkası merak edilen bir yerdi. O yüzden gidilmesi gerekiyordu.
Yayalar için uzun bir yolculuk, kuşlar içinse belki 10 dakika sürecek bir mesafeye vardıklarında akşam olmuş.yorgunluktan ayakta duracak halleri kalmamıştı. Artık göl görünmüyor, kızıl çamların üzerinden batıyordu. Kızıl çamların arasından kendilerine doğru çan sesleri gelmekte, dahası bir adam “böövhhh,reeeee” benzeri sesler çıkarıyordu. Çadırı kurmaya atılan yunus, o işle meşgul olurken, Salih uzaklardan gelen seslere kulak kesilmişti. Havanın karanlığına rağmen hareketleri seçilebilen koyunlarla bir çoban kendilerine doğru geliyordu. Çoban Çok geçmeden soluğu Salih ile yunus’un yanında aldı.
-Merhabalar, dedi.
Kendilerine merhaba yani “benden zarar gelmez” diyen çobana, doğanın kendilerine hediye ettiği samimiyeti ekleyen Salih:
-merhabalar. Hayırdır geç kalmışsın. Hava karardı hala buralardasın.
Çoban yüzündeki yorgunluğuna diline karıştıracak olacak ki kesik kesik kelimelerle:
-bunlar…hayvanlar…sürü kaçıntıları…kaybolmuşlar…
Daha sonra nefesini daha iyi kontrol edebilen çoban:
-abim sürüleri götürdü. Ben arkada kalanları toplayıp geliyorum. Anca olur bu işler. İlla bu zamana sarkar. Siz ne yapıyorsunuz burada?
Yunus uzun süren suskunluğunu bozarak:
-Şehirlerin kalabalığından kendi yalnızlığımıza kaçıyoruz. Bir süre doğayla iç içe olmak. Aslında tam olarak bir sebep yok, sadece buradayız.
Yunus’un demek istediklerini düşünce süzgecinden geçiren çoban:
-Boş verin burayı, hemen ilerde bizim evler var. sizleri misafir edelim. Hem sizin gibi bir misafirimiz daha var.
Bu daveti sevinçle karşılayan Yunus ile Salih çobanın misafirperverliğine hayran oldular. Hiç tanımadığı iki insani, hem de evine davet edebilen birisi! yunus, şehirde adres soranlara şüpheyle baktığı günleri düşündü, kendinden utandı. Gür bir sesle:
-neden olmasın!
Çoban, Salih ve Yunus sürünün arkasına takıldılar. Hayatında ilk defa sürü güden bu iki arkadaş, acemilikleri ile sanki sürüden birer koyundular. Hayatta çoğu zaman yönünü kaybeden insanların bastıkları yerlere bakmadan uçuruma koştukları gibi gözleri kapalı güdüyorlardı koyunları. Bir an sürüye kapılıp telef olabilirlerdi neyse ki çoban vardı.
Eve vardıklarında dolunay ortaya çıkmış. Elektriği olmayan, dahası elektrik getirilmesi neredeyse imkansız olan bu yerde, birkaç taş evden başka hiçbir şey yoktu. Ta ki cebinden çıkardığı ışıkla hemen yandaki çadırı keşfedene kadar. Evet, bu diğer misafir, çoban’ın bahsettiği ve adının İbrahim olduğunu söylediği kişiydi. Çoban bu taş evlerden birine yönelerek, Salih ve Yunus’u arkasından çağırdı. Eve girdiklerinde ortalık zifiri karanlıktı. El yordamıyla, yerini ezberlediği her halinden belli olan, gaz lambasını cebinden çıkardığı kibritle yakıverdi. Salih, bu taş eve kibrit kokusuyla adım attığında sanki büyülü bir eve girmiş hissine kapıldı. Yunus’a yer gösteren çoban, Salih’i de onun yanında yer gösterdi. Dışarıya çıkmak için müsaade istedi. Elinde koca bir kütük ile hemen geri geldi. Ocaklığa attığ kütüğü, yanına çam kozalakları koyarak yaktı. İki arkadaşa dönerek:
-Birazdan İbrahim abide gelecek. Hava epey soğudu. Biraz ısınsın istedim.
Çok geçmeden tutuşan kütük, Salih ile Yunus’a adeta bir şölen sunuyordu. Birbiriyle konuşmadan ateşi izleyip, büyüsüne kapılan iki arkadaş, hayal dünyalarına derin yolculuklar yapıyorlardı. Ateş ancak bu zifiri karanlıkta bu kadar güzel görünebilirdi! Her parçada alevin kendisinin bile yandığı hissini vererek. Bu büyülü dünyadan kapının çalınmasıyla uyandılar:
-hikmeeet!
Çoban hemen kapıya yönelerek:
-Buyur İbrahim Abi. Otur şu köşeye.
Şimdi bu 4 kişi, yanan kütüğün yanında, gözbebeklerinde ateşi görerek, ara sıra parlayan yüzleriyle birbirlerine bakıyorlardı. Ateş yüzlerini sanki bir var edip bir yok ediyormuşçasına ortaya çıkarıyordu. Birkaç hasbihal ettikten sonra, adının Hikmet olduğunu İbrahim’den öğrenen Salih sorularının cevabını buluyordu.mevsimlik olarak buraya geldiklerini, kardeşleriyle ortaklaşa olarak burada kaldıklarını öğrenince, bu elektriksiz, medeniyetten uzak tüm bunlara rağmen etkileyici olan yerde nasıl kaldıklarını daha iyi anlıyordu. Hikmet kendini anlattıktan sonra, susuyor. Söz sırası diğer üçüne geliyordu. Yunus yüzüne parlayan ateşin canlılığını dile aksettirerek İbrahim’e:
-İbrahim Abi, sen neden geldin buraya?
Kahverengiye çalan sakalları ile dudakları görünmeyen, dişlerinin beyazlığı ise parlayan bu adam soruyu ciddi şekilde ele alıyordu:
-neden mi? Mersin kokusunu kekik kokusuna katıp, kızıl çamların altında defne yapraklarının güzelliğini izlemek, şehirlerin tüm yabancılaştırmasına rağmen, doğanın insanı kucaklayışını izlemek yani hayata bağlanmak.
İbrahim’in sözlerinde ki gizemi tam olarak çözemeyen Salih sorulara bir yenisini ekliyordu:
-hayata bağlanmak…nasıl olur ki? Sadece doğayla kucaklaşmak mı?
Bilge kişiliği tez zamanda kendini hissettiren İbrahim ciddiyetini bozmadan devam etti:
-önce farkındalık. İkinci doğuşunu beklemek. Hatta onun için kendine gebe kalıp, kendinde doğmak.
Bu gizemden ve anlatım bulanıklığından sıkılan Yunus, konuşulanları sadece dinleyen Çoban Hikmet’in yanında oturan İbrahim Abiye imalı bir “yani?” dedi. İbrahim kaldığı yerden:
-Bir civciv gibi. Doğuş için 2 doğum gerekli! Önce yumurta olarak dünyaya gelmek, sonra annenin şefkatinin yardımıyla kuluçka sonrası ete kemiğe bürünüp, yumurtanın kabuğunu kırarak yaşama merhaba demek.
Olayı daha iyi kavrayan Salih heyecanla atıldı:
-yani bizde, yani insanlar, doğumumuzdan sonra hayatın şefkatine sığınıp, bu yaşamda var olmak için, kendi “ben” kabuğumuzu kırmalıyız. Kabuğun kırılma zamanını bekleyip, hayatın kuluçkasının altında güvenli bir şekilde barınmak için kendi içimizde daha sağlam olmalıyız. Eğer yumurta içten bozuksa, kuluçka ona fayda etmeyecektir. Buradan sonuçla, tanımadığımız ama tanıdığımızı sandığımız, göremediğimiz ama gördüğümüzü varsaydığımız, birinci doğum sonrası yumurta halindeyken aramızda ki kabuğa rağmen kendi içimizde sebep olacak bozulmayı önlemek, bu bozulmayı engelledikten sonra kendi enerjimizi ikinci doğumumuza harcamak.
Bu açıklama altında gülümseyen, hatta kendi anlattığından çok daha fazlasını anlayan salih’e yöneldi:
-Evet, Salih. Bu yüzden buradayız. Şehirlerin unutturduğu kendimizin daha iyi farkına varmak için. Kalabalıklara hapsolan bizi özgürleştirmek için. Seçimlerimizi en doğru şekilde yapmak için. Çünkü ne olduğumuzdan çok ne seçtiğimiz bizi şekillendirir.
Sohbete epeyden beri dahi olmayan Yunus bir nefes boşluğunu fırsat bilerek konuşmaya katıldı:
-yani akvaryumda ki balık ya da binlerce kilometreyi aşan bir balık! İkisi de unutkansa, ikisinin yaptığı işler arasında ki fark nedir?
Soruyu iyi anlayan İbrahim’in gözleri yanmakta olan kütük alevinde yeniden belirdi:
-akvaryumda kendi olmayan bir balık ile binlerce kilometre giderek yumurtlayan ve kendini bulan bir balığı karşılaştırıyorsun. Birisi kendi bile olamazken ve birinci doğuşunda kalırken, öteki balık binlerce kilometre aştığın ikinci doğuşunu kendisi gerçekleştirmektedir. Akvaryumda ve denizde olmak bizim elimizde. İşte bu yüzden ne olduğumuzdan ziyade neyi seçtiğimiz önemli! Birinci doğuşumuz ardından sadece yaşayan yani salt yaşam faliyetleri gösteren, hayata dair sadece nefesini verebilen birisi mi yoksa yapması gerekenleri fark edip bunlara göre yaşayan birisi mi?
Suskunluğunu bozan Hikmet sadece soru sordu:
-yani ne yapacağız?
Kararlı bir tavırla Hikmet’e bakan İbrahim bu kez daha anlaşılır ve net konuştu:
-kainatı tanıyacağız ki kendimizi tanıyalım. Akvaryuma sıkışıp kalmayacağız!
Olayı anlamanın mutluluğu ile hafif sönmeye yüz tutan kütüğün ateşinde gülümseyen iki yüzden Salih’inki:
-Farkındalık ve kendinleşme! Hayata atılmış iki büyük adım ya da hayat yolunun şifreli iki kapısı. Bu ikisini aştıktan sonra yapılması gereken tek şey yürümek! Hem de özgürce! Hem de kendince!
Anlattıklarının anlaşılmasının keyfiyle ayağa kalkan İbrahim:
-kütük artık söndü. Yüz yüzü görmüyor bu da demek ki gitme vakti gelmiş. Herkesin hayatının bir ateşi vardır. Mesele bu ateş yanarken en güzel duyguları ve heyecanı yaşayabilmektir. Ateş söndükten sonra giderken mutlu olmak için. Haydi hoşça kalın.
İbrahim’in gidişinden sonra birbirlerini bakan ama bunu karanlıktan başkasının görmediği Salih ile Yunus bu dağ başında kendilerinin farkına varmaları gereken şeyin belki de farkına vararak hafifçe uzandılar. Gözlerini kapatmadılar, çünkü gözlerini açmak bu defa aydınlık getirmiyordu. Gaz lambasını yakan Hikmet, gözbebeklerine aydınlığı kısa süreliğine getirmişti. Sabun kokulu çarşaf ile bir battaniye vererek yere minder atan Hikmet, misafirlerini ağırlamanın keyfini yaşıyordu. Anlatılanlardan çok şey anlamamıştı. Ama seviniyordu, anlayanlar vardı.
Uykuya daldılar, bir sonra ki sabahta kendilerine uyanmak için.
Kucaklamak için hayatı…

Salı, Temmuz 15, 2008

Gazoz Kapakları

Gazoz Kapakları

İş çıkışı şehir çok daha bulanık görünür göze. İnsan yüzleri yorgun, trafik yoğun, evlerin perdeleri çekilmiş, kaldırımlar kalabalıklardan kısalmış, hava günün her hangi bir zamanından daha da ağırlaşmış ve adeta şehir kendi hikayesine kendi noktasını koymuş. İş çıkışları bir şehrin kıyametleridir. Kimsenin kimseyi umursamadığı, sadece hedefine yöneldiği, tozun dumana karıştığı, bir olağan üstü haldir sanki…
Cavit iş çıkışı aynı yollardan geçmeyi sevmeyen birisi. Kaldırımda yürürken, 3 kaldırım taşı atlayıp hep 4.kaldırım taşına basan üstelik bunu bir görev bilinciyle sürekleştiren, belki de kaldırımlara onların kaldırımlığından çok daha değer veren birisi.ikindi ezanı yeni okunmuş, bu sıcak yaz gününde iş çıkışı oldukça erken bir saat gibi geliyordu. Güneşin batmasına en az üç saat var. Çevresine bakınıyor, daha önce gözünün kestiği 5 sokaktan 4ünden gitmişti . 5.sokağı ise şehrin dışından dolaşıyor diye en sona bırakmıştı. Bugün sıra ondaydı. Şehir dışları, tıpkı bir insanın saçları gibi, taranırsa güzel ve ahenkli, eğer ilgilenilmezse insanı köhneleştiren bir yaşlılık zehiri. Havanın asla şehir merkezi kadar kirli olmadığı, suyun çokça kesildiği, elektrik kaçaklarının haddinden fazla yaşandığı, daha çok şehre dışarıdan gelen modern göçebelerin bulunduğu bir yer, yani bir yerden çok daha azı, sanki bir sığıntı. Birden zihninden bu kelimeler geçti “ şehir dışları, şehrin öksüz kalmış sığıntılarıdır.” Dedi. Her zaman ki gibi kaldırım taşlarının 4.süne basarak ilerlemeye başladı. En iyi yolda giderken düşünürdü. Çoğu zaman önüne değil hayallerine bakardı. Fakat ayaklarının altından kayıp giden kaldırımı fark edecek kadar uyanıktı. Çok geçmeden kaldırımlar sona ermiş, artık kaldırımların bir “yol kenarı” şeklini aldığı varoşlara doğru hızla ilerliyordu. Sahipsiz arazilerde oynayan çocukların çığlıkları, Cavit’in sessizliğine karışıyor, çokta tekin olmayan bu yerde emin adımlarla ilerliyordu. Sıcağın etkisiyle terleyen yüzünü yıkamak için hemen karşıdaki dut ağacının yanından geçen su arkına fark etmişti. Ağır ağır ilerlerken kulağına bir ses gelmeye başladı: tak, tak,taak,taaaak…dutun yanına vardığında küçük bir çocuk elinde taşla gazoz kapaklarını eziyordu. Önce çocuğu görmemiş gibi davranarak yüzünü yıkadı, sonra yorgunluğunu hafifleten bu ağaç gölgesinde olmanın mutluluğu ile çocuğa baktı. Sanki günlerdir kimseyle konuşmuyormuşçasına çocuğa laf attı:

-Hey! Küçük adam, ne yapıyorsun?

Bakışlarından korktuğu aslında ürktüğü rahatça fark edilen çocuğun ağzından anca bir “ hiiç” çıktı. Bir suç işlemiş gibi yanakları kızarmış, başını öne eğmişti. Çocuğun bu halini gülümseyerek izleyen Cavit, çocuğun yanına yanaştı ve su arkının köşesine oturdu. Su sesinin, bu küçük adamın sessizliğine eşlik ettiği dut gölgesinde sözlerine yenisini ekledi:

-gazoz kapakları…nereden buldun bunları?

Cavit’in samimi gülümsemeleri çocuğu rahatlatmış olacak ki bu sefer daha sakin şekilde cevap verdi:
-Onları su arkının içinden topladım. Hem hepsi gazoz değil onların, kola da var meyve suyu
kapağı da.

Çocuğun yaptığı işe saygı duyduğunu gösteren bu ifadeleri beğenen Cavit sorularına devam etti:
-peki neden düzeltiyorsun onları? Ne değişiyor ki yaptıkların gürültü vermekten başka hayatın sakinliğine?

Çocuk iyice sakinleşmiş, sanki Cavit ile arkadaşmış gibi konuşmaya başlamıştı.
-Arkadaşlarla oyunlarda iki misli değerli oluyor. Şu karşıdaki dağ kenarını görüyor musun? Orası bizim ülkemiz, hepimizin bir görevi var. ve bir şey almak istersen bu kapakları kullanıyorsun. Yarın sabah erkenden oyuna başlayacağız, bugünden kapak biriktirmem lazımdı. o yüzden su arkının içinde epey kapak aradım ve anca bu kadar bulabildim.

Bu küçük adamın çağdaşlarının bilgisayar oyunu oynadığı bir tarihte, bir dağ kenarına kendi hayal ülkesini sığdırmış olan çocuğa gıptayla baktı. Belki de hiç bilgisayar görmediği için böylesine özgündü. Hayatını kendisi inşa ediyor, adeta kendi denizinde, kendi gemisinin kaptanı oluyordu. Sonra çocukla diyaloğuna devam etti.
-ezdiğin gazoz kapakları, aynı kapak değil mi ki neden onlarla uğraşıyorsun? Ezilmiş kapaklarla, ezilmemiş kapakların ne farkı var ki?

Çocuk anlatım gücünün zayıflığı ile anlatmak için çabalıyordu:
-hani bir şeyler yapıyorsun ya onun karşılığı olarak daha fazla değer kazanıyor. Yoksa ikisi de aynı kapaklar.

İçinden “emek” dedi Cavit. Sonunu getirmek istemedi nedense iç cümlesinin. “emek” dedi üç nokta koydu. Sonra çocuğu cesaretlendiren bir tavırla:
-aferin sana küçük adam! Peki o kapaklar temiz mi? Hem annen kızmıyor mu böyle su arkının kenarlarında oynamana?

-su her şeyi temizlemez mi? Kapakları sudan çıkarıyorum temiz olsalar gerek.
Bir an neye uğradığını şaşırdı. Derin derin düşündü, suyun temizleyemediği şeylerin olduğu bilincine yeniden vardı. Ama bunları bu küçük çocuğa anlatıp ona umutsuzluk vermek istemiyordu.

-temizler küçük adam temizler…belki de sen haklısın…

-annem kızar belki de .babam sabah çok erken işe gidiyor. Annem ondan sonra gidiyor işe. Ben yalnız kalıyorum evde. Canım sıkılınca dışarı arkadaşlarımla oynamaya gidiyorum. Bugün onlarda yok. Burada yalnızım. Annem akşam geliyor eve, babamsa gece yarısı. Çoğu zaman ben uyumuş oluyorum.

-yaşın kaç senin?

-on.

-okula girdin mi?

-hayır.

Gülümsemelerine gülümseme katan Cavit çocuğun en fazla 5 yaşında olduğunu iyi biliyordu. Ama şunu da iyi biliyordu: bir çocuk için sayıların anlamı yoktur. Onun için 3-5-10 yada 40 aynı ifadelerdir. O an aklından ne geçerse onu söylüyordur. Çocuğa hiç itiraz etmeden konuşmasına devam etti.
-hey be küçük adam, büyümene az kalmış o zaman. Ne iş yapıyor peki annen ve baban?

-annem bostan çapalamaya gider şehrin ardında ki köylere. Babam kahvehaneye gidiyormuş, annemden duydum.

-kahvehane mi? Orada mı çalışıyor?

-annem babamın işinin gücünün kahvehane olduğunu söylüyor, babama. Çok fazla kalıyormuş orada. İşi çok yoğun olsa gerek. Bende özlüyorum onu ama çok çalışıyor. Sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar. Keşke daha az çalışsa diyorum.

Çocuğun henüz kirlenmemiş dünyasında iş-güç kelimesinin tek anlamı ne güzel dedi kendi kendine Cavit. Adeta hem iç sesiyle hem bu çocukla konuşuyordu. Kelimeler dedi, neden yan anlam yüklerler ki? Oysa hepsi tek bir şeyi anlatsa ve insanlar birbirlerini daha iyi anlasalar. Yalansız bir dünya özlemi kurdu. Babasının başıboş ve niteliksiz bir kahvehane serserisi olmadığı her halinden belli olacak küçük çocuğa acıyarak baktı. Çünkü büyüdükçe gerçekleri öğrenecek, bu güzel dünyasından, gerçek dünyaya geçiş yapacaktı. Kendine geldi ve çocuğa döndü:
-umarım baban daha rahat bir iş bulur ve birlikte mutlu olursunuz. Hem o gazoz kapaklarını satsana bana. Sana 10 lira veririm.

Çocuk kapakları eline aldı ve onları sıkı sıkıya sararak, “hayır, yarın oyun oynayacağız” dedi. Eğer çocuk 5 yaş daha büyük olsaydı ona deli diyebilirdi. Elinde ki beş para etmez metal parçalarının değerinden habersiz bu çocuğun saflığı karşısında mutlu oldu. Çocuk ellerini yavaşça gevşetti:
-bir tanesini hediye edebilirim.

Bu jest karşısında oldukça sevinen Cavit, çocuğun uzattığı yeşil kapağı elleri arasına aldı ve cebine koydu. İlk defa değersiz bir şey için bu denli sevindiğini hatırladı. Hem ne yapacaktı ki bu kapağı, ama bu o çocuğun ülkesinin en değerli maddesiydi. Bir çocuk hevesiyle kapağı pantolonunun cebinden çıkardı ve gömleğinin sol cebine koydu, tam kalbinin üstüne.
-çok teşekkür ederim, küçük adam. Bu hediyeni saklayacağım. Ama bak akşam oldu, annen işten gelmiştir merak etmesin seni.

Cavit’in memnuniyeti çocuğun yüzüne aksetmişti ki çocuk gülümseyerek ve el sallayarak uzaklaştı. Cavit’te ona el salladı. Çocuk gittikten sonra, eline bir taş aldı, kapağı iyice düzeltti. Dutun gölgesinden evine doğru yol almaya başladı. Kaldırımın olmadığı bu yol kenarında durdu, kapağa baktı, ve gözünü batan güneşe çevirerek:
-Hayat işte bu gazoz kapağı gibi, onu eğmek ve bükmekle hatta düzeltmekle sadece kendi dünyamıza ait bir oyunda değerini artırıyoruz. Emeğimiz ise sadece bu oyunda daha fazla kazanmak ve mutlu olmak için. Oysa kapak, düzeltilmese de aynı kapak. Emek, kendi oyunumuzda ki boş uğraş…

Güneşe doğru yürüdü. Kendine güldü, yalnızlaştı.

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

Aşk Emeklisi

Sandalye adeta yere saplanmış gibiydi. Saçları ağarmış, basit giysili bu adamsa sandalyeden bir parçaydı sanki. Çoğu gün gelir, hep aynı sandalyeye oturur, kimseyle konuşmaz, bir bardak ada çayı içer giderdi. Göz altlarının şişliği ve bu şişliğe rağmen olan morluğu onu çevresinde ki insanlardan hemen ayırıyordu. Yanına konuşmak için giden insanlarla çok konuşmaz, daha çok dinlemeyi severdi. Hani bakıldığında sırtında tonlarca yük taşıyor gibi görünüyordu. Ya da taşımıştı şimdi yorgunluğunu hissediyordu.
Kamil mahalleye yeni taşınan üniversite öğrencisi bir delikanlıydı. Hafif kırmızı yanakları, güneşin kavurduğu teni, küçük yaşına rağmen ezildiğini gösteren eğik bir omza sahipti. Doğduğu ve büyüdüğü küçük kasabadan sonra ilk defa dışarıya, dahası bir kasaba için dışarıdan çok daha fazlasını ifade eden bu büyük şehre gelmişti. Cebindeki para ile ancak bir eski bir evin, sıcağı insanın beynini fokurdatan çatı katında bir yer bulabilmişti. Oda, yanına arkadaş almak için oldukça küçüktü. Bir yatak, bez bir elbise dolabı ve kolilelerin üst üste konulmasıyla oluşturulmuş bir çalışma sehpasından sonra geriye en fazla 5 adım kalan bir odaydı. Bütün bu yokluğa rağmen, gerçi Kamil buna yokluk demiyor “ varlığın azlığı ya da insanın kanaati” diyordu, bu çetin yaşam biçiminin içinde kendine ayakta da olsa bir yer buluyor. Hemen evinin karşısında ki kahvehane caddeyle ikiye ayrılmış, her iki tarafı da zapt eden bir konumdaydı. Kamil okula giderken, bu aradan geçmek zorundaydı. Haftanın beş günü sabah erkenden kalkıyor, okula gidiyor, ikindi olmadan okuldan geri dönüyordu. Bu gidiş gelişler sıradan bir hal aldığında, artık bu sıradanlık içinde ki farkındalıkları rahatça hissedebiliyordu. Osman amca da bunların başında gelenlerden birisiydi. Sabah ne kadar erken kalkarsa kalksın, Osman amca kahvehanede ki sandalyesine yapışmış, ada çayını yudumluyor olurdu. Kamil köyden geldikten sonra, doğadan uzak bu beton yığınları arasında güneşi unutmuş, sabahları kalkış saatini ise köye göre oldukça geç saatlere taşımıştı. Kamil amcayı köyde olsaydı yakalayabilirdi belki de. Bir gün yine ikindi vakti eve geldiğinde, içerisinin adeta cehennem olduğu, ve yaşamını tehdit edecek denli sıcak olduğunu hissetti. Gerçi o kadar sıcak olduğunu bilmiyordu ama onu evin karşısında ki kahvehaneye doğru iten bir duygu ona bunları söyletiyordu. İçeriye girdi, pencereden kahvehane baktı. Osman amca acaba orada mıydı? Çünkü sabah ve ikindi kahveye uğrar çok oturmadan kalkar giderdi. Gözleri o yapışmış sandalyeye çevrildi. Kimse oraya oturmuyordu. Ve orada birisi varsa mutlaka Osman amcadır diyordu. Geliş geçişlerde bunun farkına varmıştı. Bu yere kök salmış adamı tanımak için can atıyordu. Hemen dolabını açtı. 2 tişörtünden temiz olanı giydi ve cebine 50 kuruş alıp kahvehaneye indi. Gözüne o şiş ve mor göz altları takıldı, evet tam oradaydı. Yavaşça ilerledi, vücudunda belirsiz bir titreme, sanki birine hesap verecek gibi Osman amcanın yanına geldi. Oradan sandalyeler içinde daha eski olan bir tanesini çekti aldı. Çünkü ona göre “ eski olanın kendine has bir yumuşaklığı” vardı. Osman amcanın yanına geldi, başını hafifçe öne eğerek:
-selamun aleykum. Ben karşı apartmanda oturan üniversitesi öğrencisi Kamil. Odam çok sıcaktı, içeride duramadığım için kahvehaneye geleyim dedim. Buradan çok sık gelir giderim, ve sizi burada defalarca gördüm. Sizinle tanışmam için, içimden bir duygu beni buraya itti.
Osman amca vakurlu halini hiç bozmadan ciddi ciddi Kamil’e baktı:
-aleykum selam Talebe Kamil. Otur bakalım yanıma. Beni fark etmen hem garip, hem normal. Garip çünkü bu koca şehirde insanlar gözünün önündekini bile görmezken senin beni fark etmen şaşılalacak bir durum. Normal, çünkü gözünü açan, çevresindeki durağanlığa göz gezdiren herkes, bu durağanlığın çok kısa sürede farkına varacaktır. Adeta satranç taşlarının yerine oturması gibi, insanların birer yerleri olduğunu, kimsenin onları zorlamamasına rağmen, onların bu sıkıcı işi severek yaptığına şahit olacaklardır.
Kamil dinlemelerin en derinini yaparken, dilini gelen bir söze engel olamadı:
-bana insanları anlatıyorsunuz, peki siz kimsiniz? Bir kimliğiniz, bir işiniz yok mu?
Yılların verdiği hayat tecrübesini konuşmalarına ortak eden Osman amca konuşmasına devam etti:
-önce tabiî ki insanlar. İnsanlardan yola çıkarak ben. Her insan hayatı boyunca, çeşitli insanlara benzeyen yönleriyle var olmuştur. Bazen cimri, bazen geçimsiz, bazen duygusal, bazen cömert…tek bir kalıba sığmayan ama mutlaka kalıplara sığan bir yapı. Bu yüzden çok zor sorudur: sen kimsin? Sorusu. Bana gelince eğer illa bir isim koymak gerekiyorsa, ben aşk emeklisiyim.
Gülümsemesine hayretine karıştıran kamil, saygılı yapısını bozmadan Osman amcaya bakarak:
-aşk emeklisi mi? Kafamda toparlamaya çalışıyor fakat başaramıyorum.
Bu soruyla kim bilir daha önce kaç kez karşılaştığını bile hatırlamayan Osman amca ekledi:
-bir zamanlar, çok gençken bir umutla hayata atılmıştım. Sonra aşık oldum, yıllarca uğrunda çalıştım. Bir yüzde cennetler bulduğumu, bir gönülde salıncak kurduğumu görüyor, günden güne mutlu oluyordum. Sonra günler geçti, ve aşk bana geldi dedi ki: artık gönül haddinden emeklisin. Sustum, tıkandım konuşamadım.
Olayı kavramanın heyecanıyla Kamil hemen atıldı:
-aşk uğruna çalışmak, onunla bir ömür geçirmek. Ne aşkıydı bu?
Osman amca yüzünü buruşturdu, göz altlarının morluğu daha da ortaya çıktı:
-bir güzel yüz, bir yumuşak el, dahası insana hayaller veren bir varlık.
Acıyarak baktı Kamil:
-yani bir kadın. İyilikbilmez bir varlık. Boşuna çekilmiş bir kürek. Aşık olunmaması gereken bir aşk yutucu.
Bu tepki karşısında sarsılan Osman amca, tehditkar bir tavırla Kamile yüklendi:
-sen ne anlarsın Talabe Kamil! Bir yüz diyorum, bir aşk diyorum. Bir ömür diyorum.
Tehditkar tavra şiddetle cevap veren Kamil’i susturmak neredeyse imkansızdı:
-evet benim anlamadığım senin aşkın! Sen bir puta tapar gibi tapmış, sonra putların seni terk edince, aklınca kendini emekliye ayırmış, inançsızlık denizinde kayboluşunu bu sandalyeye zamklayarak bulmuşsun. Bir aşk uğruna iki damla ter akıtınca, onun adına çalışmış sanmış, onu maddi bir düzleme indirgeyip kendini harap etmişsin. Bir kadına aşk, Bir tohuma olan aşktan daha fazlasını hak etmiyor. Şu dağ, şu çiçek, şu toprak aşkı çok daha fazla hak ediyor. Hem toprak ilk ve son yarimdir benim! Ondan başkasına gönül bağlamam.
Biraz sakinleşen Osman amca durumun farkına varmış, sakin bir ifadeyle devam ediyordu:
-bir dağı, bir toprağı, bir çiceği bir dünyayı bir dünya da, o dünyayı da bir kadında bulmaktı aşk benim için. Aşktan emekliye ayrıldım ama ben hala aşklayım, aşk bensiz. Terk edilmiş bir sevda üzerine söylenen türküler gibiyim, daima terk edilenin üzüldüğü! Hem iyilikbilmezlikle suçladığın zaman kadını, karşılık veren, seni güldüren, daima mutlu eden bir varlık olarak ele alıyorsun. Oysa aşk, tüm duyguların birlikteliğidir. Tüm renklerin beyazda birleştiği gibi. Hayatın renkleri vardır, bu renklerin beyazı ise aşktır. Bir ada çayı ister misin,sakinleştirir.
Kamil biraz önce ki fevri hareketlerinden utanan bir tavırla:
-sağolun, sanırım iyi gelecek. Ve benim hatam, mutlu olmak için aşık olmayı tercih etmek! Çünkü zor geliyor bana, bir sandalyeye çakılıp ümitsizlik denizinde yüzmek.
-ümitsizlik denizinde değil evlat, ümite giden denizde…
-her neyse…olumsuz şeyler gibi geliyor bana. Üstelik dayanacak denli güçlü değilim. Ne zaman sevsem ölecekmişim gibi geliyor. Yukarı köyden aşağı köye inme ihtimali beliriyor gözümde.bu koca şehir yalnızlığında çürüyüp gitmek gibi…
-aşkı aşk olduğu için sev evlat, iyilikte veya kötülükte olduğu için değil. saf ruhunu yansıt ona.
-düşüneceğim.şimdi gitmeliyim. Akşam oldu, epey uzun oturduk, sohbet için sağolun.
-iyi günler Talebe Kamil.
Kamil arkasına dönmeden evine doğru yol aldı. Aşkı düşündü, kendini düşündü, cebindeki 50 kuruşu eline aldı. Ada çayı rahatlatır, dedi. Dairesine girdi, yatağına uzandı. Öylece uyuya kaldı.

Pazar, Temmuz 13, 2008

Aşk Dilencisi

Aşk Dilencisi
Bulutların üstünden indi. Gömleğini ilikledi. İtalyan kesim siyah takım elbisesini giydi. Gözü bir an aynaya takıldı; ağlamaklı bir yüz, geçmişten alacaklı bir gelecek ve pahalı elbiseler içinde bir ceset gördü. Koşa koşa evinden uzaklaştı. Merdivenleri o denli hızlı inmişti ki bir an kaçıncı katta oturduğunu unuttu. Zaten oldu olası dairesinin yerini karıştırır, bunu görüp gülen komşularına da, “ ben bulutların üstünde yaşıyorum,aşağı inince karıştırıyorum ister istemez” derdi. Sakin apartmanların korkutucu aralarından bir yılan gibi akarken, aklından gidecek olduğu kaldırımı geçiriyordu. Acaba hangisine gitmeliydi, ya da nasıl bir yer olmalıydı? Bugün işe ilk defa çıkacaktı, biraz heyecan vardı içinde. Hep derler ya, ilk iş günü daima önemlidir! O ciddiyetle sarılıyordu işine.
Lüks dükkanların parlayan vitrin camlarından kravatının hafif sağa eğik olduğunu fark etti. Vitrinlere yanaştı, mor kravatını yavaşça düzeltti. Yürüyüşünü dikleştirdi. Asil bir ceset yürüyordu. O kendine öyle diyordu. “ben nefes alıp veren bir cesedim, ruhumla henüz tanışmadım.” Dik bir kaldırımda hayatın ağırlığıyla ve ılıklığıyla ilerliyordu. Şehri çok iyi bilmezdi, genelden işten eve, evden işe bir hayatı vardı. Ama bu yeni işi ona şehri adım adım tanıtacak, insan yüzlerinde coğrafyaları gezdirecekti. Yokuşu çıktı. İlerde geniş bir alan, önünden çokça insan geçen bir kaldırımı gözüne kestirdi. Sanki askerden dönmüş ve sevgilisinin kollarına kendini bırakan bir delikanlı gibi hissediyordu kendini. Öyle süratli, öyle heyecanlıydı. Hız, zamanı değiştirme algısında farklılık yaratmaktan başka bir şey değildi onun için; ama hızlı gitmezse zamanı geride bırakacağını düşünüyordu. Bu düşünce henüz tamamlanamadan gözünü kestirdiği bu soğuk kaldırımın kalabalık köşesine gelivermişti. Ceketinin solundan mor mendilini çıkardı. Önce göğe baktı, hep benim evim dediği bulutları şöyle bir süzdü, sonra olduğu yerde yığıldı kaldı. Siyah takım elbisesi üstündeki tozlara aldırmıyordu, ütüsü bozulmuştu üstelik pantolonun. Ama yeni işi bunu gerektiriyordu. Biraz kendini toparladı ve güç bela sırtını duvara dayadı. Kaldırama bağdaş kurup, mor ipek mendilini yere seriverdi. Dışarıdan bakıldığında, oldukça entelektüel görünüşlü, yakışıklı olan bu adamı mendili önünde görenler hayretler içinde kalıyorlardı. Onu acındıran tek şey, o ihaneti uğramış hissettiği yüzü ve akıttığı göz yaşlarıydı. Ağladıkça ağlıyor, kendi içinden geçirdiklerini yine kendi içinde batırıyor, kendine ihanet ediyordu. Saat 5e geliyordu. Birazdan tüm insanlar işten çıkmaya başlayacaklar ve onun halini göreceklerdi. Ama o ağlayan gözlerinden kimseyi göremeyecekti. Gerçi o gördüklerini şöyle değerlendiriyordu: ağlamak, hayata bir şelalenin ardından bakmak gibi, suyun güzelliğine aldanıp, dış dünyayı da güzel sanmak ve su sesinde kendinden geçmek. Hıçkırdıkça hıçkırdı, gelen geçenlerin çoğu onu umursamadı bile! Kırkını devirdiği ağır makyajından belli olan bir kadın yavaşça buna yaklaştı.
-Evladım buyur, mendilinin üstüne bir 20 lira koyuverdim.
Kafasını sanki vinç yardımıyla kaldırıyormuşçasına gözlerinin yaşını sildi ve şöyle dedi.
-saygı değer hanfendi, hassasiyetiniz için çok teşekkür ederim lakin ben para istemiyorum. Ve bu mor ipek mendil para için açılmış bir mendil değil.
Kadın koyduğu paranın yeşilinden daha yeşil olmuş yüzü ile yeniden delikanlıya döndü:
-peki bu halin, bu tavrın nedir? Tebdili kıyafet bile değilsin. Görünce bende şaşırmıştım. Kaliteli takım elbiseler içinde bir delikanlı dileniyor. Olacak şey değil, demiş, göz yaşlarını görünce dayanamamış derhal yanına gelmiştim.
Ağzından çıkacak kelimeleri dikkatle seçer gibi başladı konuşmaya:
-yumuşak hayallerden, sert kaldırımlara geçiş benimkisi. Bir aşk denizinden, gayblar ummanına dalış. İstediğim para değil, çalışarak yapılabilecek bir şey için neden dileneyim ki? Sağlık ve afiyetteyken lokmadan kesildim, bir şey yemem ki, para beni ne yapsın.
O ara kadının telefonun çaldı, ve acele gitmesi gerektiğini söyledi. Cebindeki 100 lirayı kadının 20 lirası arasına sıkıştıran genç parayı kadına uzattı. Kadın parayı aldığı gibi şehrin kalabalığına kendini bırakıverdi. Yarım kalan sözleriyle bu genç, yavaşça gülümsedi. İnsanlar hem sorarlar, hem dinlemezler. Hem anlamak isterler, hem algı kapılarını kapatırlar. İçinden bir an dilini kesip atmak geldi. Ama yapamazdı, bu dil aşktan bahseden bir dildi. Anlaşılmak için değil, anlatmak için vardı.
Yavaşça uykuya daldı soğuk kaldırımlar üstünde, yağmur çiselemeye başlamış üstelik akşamın karanlığı kendini hissettiriyordu. Ortalık kızıldı, sanki “cehennem” dedi içinden. Önünden geçen liseli kızlar, etekleri okula varınca kıvrılmış, öğretmen olduğu her halinden belli olan bıyıklı ve yaşlı adam sanki ayakta bayılmış, tam karşısında ki pejmurde görünüşlü ve sakallı adam içtikçe ayılmış. Gözledi dünyayı, herkes kendi dünyasında! Onun ise sığınacak bir dünyası bile yoktu. Kendini bulutların üstünde bırakıp bu daireye taşındı taşınalı bir “kendisi” bile olmamıştı. Ona bakıyorlar, gülüyorlar, acıyorlar ve geçiyorlardı. Konuşmak ve anlatmak için bir kulak ararken, arkadan bir ses ona seslendi.
-delikanlı ne yapıyorsun burada? Mendil açmış, bağdaş kurmuş sanki bir şeyler bekliyor gibisin.
Hızla yanına geldi. Elinde ki gazeteyi kaldırıma koyup gencin yanına oturdu. Daha onun konuşmasına izin vermeden başladı:
-ben mi şaşırıyorum yoksa dilenciler sınıf atladı da haberimiz mi yok?
Seyrek dişlerinden bir gülücük fışkırıverdi.
-dilencilerin hepsi sınıf atlamış değil mi zaten? Çalışarak elde edebilecekleri şeyleri insanca elde etmek yerine, bir alt merhale olan, diğer insanların sırtından asalakça geçinmiyorlar mı?
Bir gence, bir mendile bakan adam. Sanki nefes vermeden konuşuyor gibi ekledi:
-peki bu halin ne? Sen de dileniyorsun ama mendilinde paran yok. Para vermek isteyen 3-5 kişiyi reddettiğini de gördüm. Peki bu soğuk kaldırımlarda ki bu amaçsız işkence niyedir?
Kafasını eğdi, boğazında büyük lokmalar düğümlenmişçesine yutkundu. Öksürüyor gibi yaptı, ağzından şiddetlice şu söz döküldü.
-aşk!
Adam elinde olmadan gence karşı öyle bir kahkaha attı ki, bunu anca şeytan atabilirdi. Sonra birden yüzü değişti, özür diledi.
-evlat, sen şimdi burada aşk mı dileniyorsun? Aşk dilenenin urbası bu dünyada boş kalmıştır hep bilir misin?
Genç, adama şöyle bir baktı:
-işi gücü urba doldurmak olan insanlar için, bu dünya bir kazanç dünyasıdır. Kazançtan kastları da bir menfaat elde etmektir. Yoksa kazancın ne olduğu hakkında en küçük bir fikirleri yoktur. Evet, aşk karın doyurmaz, ama acıktırmazda. Evet uyutmaz, ama uykuya ihtiyaçta duyurmaz. Benim bir urbam yok, olsaydı da onu keser atardım. Sırtıma yük olacak bir şey değil ki aşk? Ben onu kalbimde taşıyorum ve bilir misin kalpte taşıdıklarının ağırlığını hissetmezsin?
Adam anlamaya çalışır gibi yaptı. Sözü değiştirmek istercesine gence adını sordu:
-adın ne evlat senin?
-Haluk. Annemler böyle koymuşlar, ben kendi adımı seçemedim. Eğer seçseydim de bir adımın olmasını istemezdim.
Adamın artık şaşırmıyordu, çünkü her şey onu şaşırtacak denli farklıydı. Bu farklılığa bir süre sonra alışmış ve dikkatlice dinlemekten başka bir şey yapamıyordu. Sonra nefesini toplayıp Haluk’a yöneldi:
-peki neden bu kalabalık sokak, neden aşk dilenciliği?
Gülümsedi:
-insanların aşktan ne kadar yoksun ve uzak olduklarını görmek için. Her dilenciyi para isteyen sanmakta ki hatalarını teker teker görmek için. Onların umursamazlıklarını gördükçe aşka olan inancımı yitirmek için belki de…peki neden aşk mı? Çok çalıştım bir aşkı kazanmak için, ama kazanamadım. Sonra aşkı kazanmaya olan inancımı yitirdim. Ve aşk dilenciliği yapmaya başladım.
Adam hayranlıkla karışık bir hayretle konuşmaya başladı:
-aşk dilencisi Haluk, aşk dilenerek kazanılabilir mi ki buraya mor bir mendil açtın?
Haluk konuşma istencini yavaşça kaybediyordu:
-kazanmak için mendil açmadım, ummak için mendil açtım. Bir gönülle sohbet etmek için, ona aşkı anlatmak için. Aşk varlığının bir müridi olarak görevimi yerine getirmek için. Anlaşılmak için değil anlatmak için. Yumuşatmak için değil yumuşamak için. Aydınlatmak için değil, aydınlanmak için. Bulutların üstüne yeniden taşınabilmek için.
Adam hiçbir şey söyleyemedi. Sadece düşündü. Haluk’a baktı, kendine baktı, insanlara baktı. Yüzü asıldı:
- aşk derttir evlat, bulutların yağması bu yüzdendir. Senin gibi bulutların üstüne taşınan herkes, bu cömert toprağın nankör insanlarının üstüne yağarlar. Sonra denizler dert deryası olur, balıklardan başka da kimsenin haberi olmaz.
Haluk ayağa kalktı, dizlerini eliyle temizledi. Mor mendili dürdü ve ceketinin sol cebine koydu. Gözlerinin içi parlayarak adama döndü:
-bugün işler kesattı, gelen giden yok. Üstelik kimsede verecek aşk bile kalmamış. İyi akşamlar efendim. Ben daireme gidiyorum.

Cumartesi, Temmuz 12, 2008

Aforizmalar

1-
Hiçbir dil diğer bir dile tam olarak çevrilemez ise hiçbir insan beni tam olarak anlayamaz. Anlamlandırmalarımız konuştuğumuz dilin mahkumları. Ben kalabalıkların değil, yalnızların dilini konuşuyorum. Bütün yalnızların konuştuğu dilden farklı kalabalıkların dilinden esintili. Ben yalnızca konuşuyorum var olabileceğim kalabalıkların içinden. Ve duygularımı tercüme ediyorum yalnızcadan kalabalıkçaya. Anlatana değil anlayana.
2-
Kaçma, korkarak uzaklaşmaktır. Uzaklaşmak etki altında kalmaktan korkmaktır. İnsan davranışları, bir korku ürünüdür. Hatta ürünlerde, eksik kalma korkusu sonucu ortaya çıkmıştır. Korkmamak cesaret değil, eksikliktir. Çünkü cesurda, kaçmaktan korkandır.
3-
İletişim yalnız kalma korkusunun bir sonucudur. onun türleri korkunun türlerine bağlıdır. İnsanlar konuşurlar, çünkü eksikliklerini duyup bundan korkmak isterler. Bu korkuyla da kendilerini tadil etmek! Sonuç olarak iletişim hissedilmeyen eşik değerdeki bir korkudur.
4-
Çevre de olumlu izlenim bırakmak, olumsuzluk korkusunun bir ürünüdür. Duruşu ve beden dili kullanımı kendine ait değil korkuyla örtülü bir riyadır. Örtü üstünde örtü, kabuk üstünde kabuktur. Öze inmeyi zorlaştıran bir kabuk!
5-
Korku bir eksiklik değil, eksikliği bütünleme ihtiyacıdır. Peki ihtiyaç eksiklik değil midir?
6-
İhtiyaç duyulan pekala eksik olmayan olabilir. İhtiyaç duygusaldır . duygu ihtiyaçlarının tümü gerekli değildir. Eksiklik ise bütünüyle bir yararlanma sürecidir.

Dehliz

Zihnimde bir tekerleme haline gelen kelime: dehliz. Aklımın bir köşesine pire gibi yapıştı ve çıkmıyor. Anlamını biliyorum, ama sözlüğe bakma ihtiyacındayım. Acaba ben mi yanlış anladım diye bir yokluyorum sözlüğü! Son zamanlarda çok sık sözlüğe bakıyorum. Buradan iki şey anlamalıyım: 1) dünyayı anlamlandırmak istiyorum. 2) dünyayı anladığımı kontrol etmek istiyorum. İkisi birbiriyle yakın anlamlı ama asla birbirlerinin yerini tutan ifadeler değil. Dehliz! Diyorum zihnimden yine. Dehlizlerde kalmış duygularım, gömülmüş Harutla Marut gibi tanrının cezasına boyun eğip! Dehliz, üstü kapalı diyorum, bitiyor.
Acı çekmek için her gün ideal bir gün. Acı çekebilene tabiki! Ne acı çekiyorum, ne mutlu oluyorum. Tepkilerim refleksten öteye gitmiyor! İnsan refleksif hareketlerinin ardından mutluluk duyar mı? Ya da çılgınca sevinir mi? İnanmadığın şeylere boşuna his bağlama! Duygularım yerini yokluğa devretmiş, her işte bir hayır diyor gönül! Madde dönüyor, dolaşıyor, bütünlüyor kendini üstüne bir de bezmi elestten gelen ruhum ekleniyor ve ben oluyorum! Kovulmuş ruhun torunu olan ben! Küçüktüm, babam Havva elmayı yedi ve biz cennetten buraya geldik diyordu. Havva kim baba? Büyük büyük büyük babannen diyor! Vay be demiştim, babaannem beni cennetten kovdurttu! O günden beri hiç ısınamadım kadınlara,ve o kadının torunları olan kadınlara! Onların, insanı değiştirici duygusallıkları ve isteklerine cevap vermek zorunda oluşum acıttı beni! Evet bu acıtmıştı bir zamanlar ama artık bu bile etkilemiyor. Anlam yitirmesine maruzum. Örneğin silgi ile kalem farklı şeyler ifade etmiyor benim için. Her şeye tek isim koydum artık: yok olacak nesneler! Bu isim işimi görüyor. Anlam yitirmesi sonucu tek bir anlama ulaşıyorum: yokların hiçliği! Hiçlerin yokluğunu ise zihnim almıyor! Yalnızlığın bedenime verilmiş olan büyük bir nimet olduğunu kanısındayım birkaç gündür. Meriç’in ifadesiyle: zebani kadar yalnızım! Diyordu. Zebani bile Allah’a senden daha yakın dedim kendi kendime ! onun günahkârları var, onun cehennemlikleri var. Senin kimin var? Yüzünü senden saklayacak olan bir cemale sahip Allah’ın! Kutsal kitap yazıyor yalnızlığın adını! Belki görürüm diye umut yok değil içimde. Varlığın varlığı hayata bağlıyor. Duygularım aklımı alıyor, aklım desen ruhumu! Sanki her şey birbirini alıyor, bölüyor, parçalıyorlar ve ben yine yalnız kalıyorum. İşte yalnızlığın adını da koyuyorum artık: parçalanamayan bütün! Parçalanan her şey yalnızlığını yitiriyor gözümde. Onlar yok olacak nesneler! Güldüm onlara, acıyan bir gülümsemeydi bütünüyle. Parçalanamayan bir bütün hem de! Anladım, gülümsememde yalnız!
-Şizofrenik yanılgı kelimesi düştü dilime, hayır dedim! İki kere yanılgı geçemez bir cümle içinde!-
Hayat rüya içinde gördüğüm rüya! Zamanları aştığım gerçeğim daha bir hayatmış gibi geliyor bana! Bir tarafta kas gücü, bir tarafta hayal gücü! İkisinin de benden mahrum olduğu an: bir rüyadan ötekine geçiş anı! Sıkılgan cümleler kuruyorum rüyalarımda bile! Rüya da korku, sevinç ve şehvet dışında sıkıldığımı da görüyorum artık! Yalnızlığımı bırakmayan rüyalarım! Çeksem gitsem diyorum bir dağ başına, tüm sevdiklerimi geride bıraksam. Ama rüyalarım aklıma geliyor, rüya içinde rüyalarım! Orada beni yalnız bırakmayacaklar! Ne değişecek yedi kat yerin altı, yedi kat yerin üstü ya da şu oturduğum minderin üstü! Parçalanan bütünlerden öte gitmiyor hiçbir şey! Bu dünya bu minder o rüya hepsi parça parça edilebiliyor. Şimdilerde yokluğumu parçalayıp geçmeyi deniyor,nafile! Ben artık yokluğumu hiçliğime karıştırıp parçalanmayan bir bütünüm!
Çayımı yeniledim, biliyorum aldığım tat geçici! Çay şu an var ve ben bu anda ondaki lezzetten istifade etmeye çalışıyorum! Biçimsiz bir öksürük kapladı boğazımı, öyle ki baş ağrısı yaptı. Biliyorum o şu anda acıtıyor ve acı geçici! Sonra kendime baktım, şu Yahya geçici! Gülümsedim, yalnızlaştım.

Cuma, Temmuz 11, 2008

3 düşünce

1-
Aynı dili konuşanlar kadar tehlikelisi var mı? Bir keklik gibi düşünün. Avlamak için ne yaparlar, önce ellerinde yetiştirdikleri kekliği 30-40 metre ilerisine bağlayarak koyarlar. Keklik bir süre sonra ötmeye başlar. Ötüşüne cevap vermek isteyen( veya kur yapmak isteyen) keklik gelir. Ve orada aynı dili konuştuğunu sandığı keklik yüzünden avcının namlusuna nişangâh olur. Ve o keklik artık avcının olmuştur. İşte bu yüzden aynı dili konuştuğumuz, aynı duyguları paylaştığımız insanlara karşı dikkatli olmalıyız çünkü bir avuç buğdaya satılmış olabilirler!
2-
Elest üzerine
Allah’ın sadece yokluğu yarattığı ve yokluğun ardından ruhları yarattığı bir zaman. Gelmiş geçmiş tüm ruhları yarattığı bir zaman! Cisme ait yokluğun hakim olduğu bir zaman! Ruhlara diyor ki : elestü bi rabbikum? (rabbiniz değil miyim?) ve tüm ruhların: galu bela! Diyerek onaylamaları. Cismin cana, canında ruha dönüşeceği zamanda cismin ruh üzerine yaptıklarından cismi hesaba tutmak için yapılan yapılan. Ki insan unutmasın hiçbir verdiği sözü. Bu toplantıda cisim yaratılmadan önce bir kelime daha yaratılıyor, aşk!
İşte bu yüzden her insan birbirine tanıdık gelir, rüyalarımızda bilmediğimiz insanlar görürüz. Bezmi elest gününden hatıra! Gerçi kim vardı yanımızda hatırlamayız, hatırlamak zorunda olduğumuz tek şey o dur! Onun cemalini gören bir ruha sahibiz. Ve onun cemalini unutabilen bir ruha! Cisim ruha ihanet etmiş, olan cana olmuş! Can ruhla cismin arafı! Acziyetinin farkına olmayan insandan kovulmayı istediği! Bezmi elest zamanı akraba tüm ruhlar birbirine, dil ortak çünkü konuşan sadece o!
3-
Görünüşü adem, içi şeytan! Şeytan bugün bizde gizli! Cismi o kadar korkunç ki imana gelecek görse her insan! Ama bu güzel bir adem kılığında! Sinsi bir düşman o. Vesvese veren bir düşman. Meydan okuyan ve kendini açık eden bir düşman! Doğrudan değil dolaylı saldırıp yıkmayı planlayan bir düşman. Düşmanların en namerdi çünkü çarpışmaktan kaçıyor! Onun işi beni bana yendirmek! Kendime rağmen beni benle mağlup etmek! Kim yıkabilir bir insanı kendinden başka?

Azap

Bir kasırga alıp gitse isteklerimi,duygularımı,

Boğsa beni suyunda nuhun tufanı, tüm o sevmediklerimle,

Bağırdıklarında, can havliyle uzanan elleri mallarında,

Gülümsesem, o parasıyla rezil olan insanlara,

Güzel gelecek azab, azab çekenleri gördükçe…

Kör Adam

Doğuştan kör bir adam vardı. Gözleri karanlığı karanlıktan seçemezdi. Bildiği tek renk siyahtı ama siyahta renk değildi. Onun için dokunduğu dünya baştan sona siyah ummanıydı. Gözlerini kapattığında hayatına yeni bir siyah gelmezdi. Hep dua eder dururdu. Allah’ım bir gün bende göreyim ne olur? Diye. İnsanlardan şu sesleri işittiğinde değişik bir şeyler algılamak istiyordu, en azından siyahtan farklı; yeşil, mavi, tozpembe, vs… bir gün bir mucize olur mu diye bekliyordu. O mucizeyi beklerken doktorlar yeni bir sistem keşfetmişlerdi ve onun gözlerini görür hala getirebileceklerdi. Hep duyardı çocukken de, bir güneş vardı onu ısıtan, meyveleri olgunlaştıran, kuşları öttüren, her daim zikreden. Derken ameliyat olma zamanı gelmişti. Heyecanından saati sormayı unutmuş ve hemen bayılmıştı.
Kulağına bir takım sesler geliyordu. Çoğu uğultu gibi, anlamsız sözcüklerdi. Bir el geldi o anda, gözlerim dediği ama asla görmediği yere. Sıcak bir yaz akşamıydı ama o heyecanından farkında değildi akşamın. Sahi o akşamı hiç yaşamamıştı, gün dikimi bile zifiri karanlık olmuştu ona. Ayağa kalktı, renkleri görüyordu, kendi kendine söylendi. Bunlara renk deniyor haa, diye. Kimseyi duymuyordu artık renk denilen şeylerin büyüsüne kapılmış sadece yürüyordu. Hastaneden kendini dışarıya attı. Sokak ışıklarının bittiği yere kadar yürüdü, şehir arkasında kalmıştı. Ve yeniden karanlık çökmüştü dünyasına. Demek karanlık ile aydınlık böyle dedi. Tam öyle derken ufuktan bir şeyin doğduğunu gördü. Kocaman beyaz bir lamba! Görür görmez içini ısıtan bir lamba! Karanlığa düşman bir lamba! Gerçi hiçbir lamba dost değildir karanlıkla ama. Tüm hayranlığını o noktaya dikti ve “güneş” dedi. Hiç kımıldamadan bakıyordu güneşine. Öylesine âşık olmuştu ki ona. Bu koca yuvarlak ona sanki hayat veriyordu. Birde gözleri ilk renkleri gördüğünde sevinmişti böyle. İzlemeye devam ettikçe güneşide hareket ediyordu artık. kafasını çevirmek yetmiyordu, vücudunu da ortak etmişti bu seromoniye. Adeta tavaf ediyordu güneşinin etrafında, sanki güneşini de onun etrafında. Derken bir kızıllık önce, ürkmüştü! Hayır, bu daha çok korkmaydı. Gözleri hayranlıktan öte bir korkuda donup kalmıştı.güneşi gidiyor, yerini bir kızıllık alıyordu.güneşini öldürüyorlardı, kıyamet bu olsa gerek, dedi! Kıyamet gözlerini açılır açılmaz ne çabukta gelivermişti, daha keşfedeceği renkleri vardı oysa. Donmuş kalmış, sadece bakıyordu kızıllığa. Derken kızıllığın arasında yine onun güneşi gibi yuvarlak bir damla çıkıvermişti. Hem bu öylesine bir lamba idi ki tüm renkleri siyahıyla değil kendiyle gösteriyordu. Oysa onun güneşi her rengin içine biraz siyah katıyordu. Artık ufuktan tamamen görünmüştü, korku yerini tamamen hayranlığa bırakmıştı. Bu kendi güneşim dediğinden çok daha büyük ve ihtişamlıydı. Bir süre takılıp kaldıktan sonra şehre geri dönmesi gerektiğini hissetti. Arkasına alarak bu yeni güneşi yola koyuldu. Şehre geldi, tanıdıklarını gördü. Onlara yaşadıklarını anlattı. Ve öğrendi ki güneş dediği aymış, ayın ışığı dediği de güneşin yansımaymış. İhanete uğramış hissetti kendini. Oysa kendisi kurgulamıştı her şeyi baştan sona. Kendisi kendine ihanet etmişti ama farkında değildi. Gün boyu güneşle birlikte olmuştu, konuşmak için geceyi bekliyordu. Gece, güneşin kaçıp işi aya bırakması. Gecen yıllar gibi hemen gelivermişti akşam ama o yoktu. Güneşim dediği yoktu. Yine o ışıklardan kurtulmuş şehrin dışına çıkmıştı. Ama güneşi yoktu. Bakındı sağına soluna, ona kızmak için gelmişti buraya.Ama kızılacak yoktu ortalarda. Ona ne için bana yalan söyledin, diyecekti. Ağlamaya başladı, görmeyen gözlerinden de akıyordu bu yaşlar oysa. Çırpındı ve kıyamet sandığı kızıllığı görene dek bekledi. Lakin gelmemişti. İhanetini hissetmişmiydi bilmiyordu, artık kendine kızgındı. Çünkü kendisinden başka kızacak kimsesi kalmamıştı. Bitmişti gece. Güneş yeniden doğmuştu yüzüne. İhanet etmiyordu o. Her sabah yine usanmadan doğuyordu. Ay gibi değildi,o bir var bir yok. Aya kızıyordu gittikçe. Kendine yol gösteren aya. Gözleri açılmıştı ama kalbi kararmıştı sanki. Siyahtan başka tüm renkler yalan gibi geldi ona. Hepsi siyahı görünce nasılda kaçıyordu. Aya ihanetini unutmuyordu. Nasıl da küçümsemişti ayı görünce güneşin karşısında. Onu aşağılamış kendisini kandırdı zannetmişti. Farkında değildi oysa ay güneşin varlığının müjdecidir. Gece karanlık olsa da güneşin ışınlarını hala dünya üzerine göndereceği mesajını gece de verendir. O güneşin dostudur rakibi değil. Ama bunun farkına varamamış, yanlış kıyasa gitmişti. Yanlış kıyas cehennem kapılarından bir kapıydı! İhanetinin üstünden bir gün geçmişti. Güneşi izlerken aydaydı zihni acaba bu gece gelecek mi diyordu. Oysa gece karanlıktı, tıpkı eskiden olduğu gibiydi, kördü. Karanlıktı anlatıyordu gözleri her şeyi. Gözlerinde biraz umut vardı, bağışlanma umudu. Ayın farkına varmanın umudu, güneşin varlığının umudu.
Ay ona güneşi müjdelemişti de haberi yoktu. Güneş aya devretmişti geceleyin tüm haklarını. Bir tek o ayırıyordu cüz i iradesiyle tüm varlıkları. Tüm işbirliğine çomak sokarcasına. Düşündükçe anlıyordu hatasını, hiçliğini. Gözlerin kendini ne kadar aldattığını,siyahtan başka tüm renklerin yalancı olduğunu. Güneşi müjdeleyene ihaneti yakıştıramıyordu kendine. Ağlıyordu, çünkü ay bir ucunu gösteriyordu artık. Güneş hala yaşıyordu!

Güneşe ne hacet ayın varlığından,
Aya ne gerek güneşin varlığından
Sana ne gerek senin varlığından,
Hayatına ne hacet senin yokluğundan.

4 düşünce

· Delilik bir takım yarı uçuk dahilerin sahiplendiği fakat bu kelimeden bihaber olan insanların maruz kaldığı bir durumdan öte değildir! Bir dahi asla gerçek bir deli olamaz. Uçuk demek deli demekten çok daha mantıklı olacaktır.
· Neye yatarsan ona kalkarsın. Yatma biçimin doğrudan kalkma biçimini kontrol eder. Yattığın yere dikkat edecek, kalktığında buraya nasıl geldim demeyeceksin! Uyumak için değil uyanman için yatacaksın!
· Sıyrılmak, bir “şeyi” bırakıp bir “şeye” geçmek değildir. O sahip olunan “şeye” rağmen onu içererek başkalaşmak demektir. Tıpkı insanın kendinden sıyrılması gerektiği gibi ! sıyrılması gerektiği şeyi daima barındırarak!
· Ahde vefa, kula güven esastır. Dünyalık olan hiçbir şeyi kaybedemeyiz çünkü kazanılmamışlardır. Dünya malı doğrudan bir kazanma-kaybetmeye maruz kalamaz. O imtihanın kendisidir. Sorunun cevabı değil, sorunun ta kendisidir.

Perşembe, Temmuz 10, 2008

Boyutlar arası geçiş

Kaldırımlarda yürümek bir şehri yaşamaktır. Hiçbir patikada bulamayacağınızı bulursunuz orada. Güvensizliği yaşarsınız bir kere tüm benliğinizde. Bozuk olan yol daha güvenlidir ne güzel değil mi? Hayatta doğru olanı yapmak tıpkı böyle. Evet zor görünüyor ama güvenli.kolay sandığımız yol ise bir felakete gebe.patika bir fareye yuvalık yapar kaldırım kapkaçcıya…

Hayat tatsız diyenlere bir sözüm var. Yediğiniz meyvede yada herhangi bir besinde ne kadar önemliyse tat vücud için o kadar önemli hayatın tadının olması. O yüzden yaptığımız işler bir tad değil bir yarar aramalıyız. Ruhumuz ve vücudumuz için ortak bir yarar, ortak bir lezzet değil.

Bir yerde uzanmak yada yatmak oraya güven duymak anlamına geliyor bir yandan. Kimse altı boş olan bir yerde yatmak istemez. Yatmak, sonucu olarak rüyalar güvenli bir yerde görülmek isterler. Hayatımız hep bu güven esası altında hareket eder. Uyurken de yaşarkende. Allah bile bunu yapmıyor mu? Cehennemdede olsa güvenli bir ızdırap ve acı vermiyor mu?güvenli bir acı ve ızdırap işte vaad edilen. Ve kendine çektirdiğin acı. Senin güvenin altında değil mi? Senden güç alıp yine sana varmıyor mu? Bu yolda senden başka senin için daha güvenilir kim var?sana acı çektiren bir sen işte güven demek!