Salı, Temmuz 03, 2018

Küçük Şeylerin İnsanları


Küçük ayaklar, küçük bakışlar, küçük gülümsemeler ve küçük hayaller: Arakan mülteci kampı…
Her şeyin ıslandığı ancak hiçbir şeyin temizlenemediği yer. İnsanlığın merhametsizliğinin, umursamazlığının bayrağının dikildiği yer. Burası kamp, ama sadece toplama kampı. Dağıtmak kimsenin aklından geçmiyor, aklından geçenlerinse gücü yetmiyor. Hint okyanusuna uzanan bir kol gibi sanki burası. Kol kırılsa yen içinde kalır derler ya, burada kol kırılmıyor, kol tüm gücüyle insanları kendisinden dışarıya da çıkarmıyor. Kamptan çıkış yok, kampta okul yok, kampta gerçek anlamda bir hastane yok, kampta o kadar çok yok yanyana ki burada “var” ın anlamı yok. Bu kadar yokluğun içinde bu insanlar için var olmaya çalışanlar: bizler, sizler, tüm Arakanlıları dualarına ekleyenler.
Küçük ama kalabalık bir ülke Bangladeş. Oldukça fakir, çocuk işçilerin kol gezdiği, muhtemelen kaybolsanız birinin umurunda olmanız için günler geçmesi gereken yer. Gündeliği 2 dolardan biraz fazlaya günün yarısından fazlasına çalışmayı göze almak zorunda kalanların ülkesi. Bu kadar yokluğa bir de Arakanlılar ekleniyor. Çünkü gidecek yeri olmayan insan için gidecek her hangi bir yer dünyanın en iyi yeridir. Arakanlılar için dünyanın en iyi yerindeyiz: Bangladeş’te.
Havalanına girdiğiniz andan itibaren kesif bir baharat kokusu her yerinizi kaplıyor. Havalanı dediysem abartmayalım, gayet sıradan ve küçük bir havaalanı. Hava son derece sıcak, önceleri bu sıcaklığın bir felaket olduğunu düşünüyorum. Sonra farkına varıyorum ki sıcaklık aslında bir nimet. Bunca insan bu kadar fakirlikle bir kış olsa nasıl atlatabilir sorusunu soruyorum. Muhtemel cevap: atlatamazlar. Arakanlıların mülteci kampı başkente uçakla bir saat mesafede. Hemen oraya geçiyoruz. Ülke yukardan bakıldığında son derece sulak ve yeşil görünüyor. Dhaka’dan Cox’s Bazar’a olan yolculuğumuz bir saatin sonunda bitiyor. Nihayet oradayız. Cox’s Bazar turistik diyorlardı, tabi turistik deyince ister istemez algınız farklı oluyor. Beklentilerimizin boşa çıkması çok süremizi almıyor. Turistik bir yer doğru ama Bangladeş’in turistik yeri sonuçta. Sokaklar kir, pas ve çamur içinde. Yani yine yoklukla varolmaya çalışan yerlerden. Gözümüze sokak inekleri çarpıyor. Son derece küçükler. Hani şöyle diyelim, besili bir koyun bu ineklerden daha büyük. Sokakları gördükten sonra acaba burası böyleyse kamp nicedir diye düşünüyorum.
Bir gün sonra kampa gideceğiz. Gideceğimiz mesafe yaklaşık 30 kilometre ve yol 1saat sürecek. Yolları ve trafiği sanırım hayal edebiliyorsunuz. Burada bir karga sesini andıran kornalar olmazsa olmazlardan. Her yer korna. Sabah erken saatlerde yola koyuluyoruz. Buraya bir kol demiştim. Evet, Hint Okyanusu’na uzanan bir kol. Çeşitli asker kontrol noktalarından geçtikten sonra artık mülteci kamplarının olduğu yere giriyoruz. Artık kolun içindeyiz. Bangladeş köyleri kimi yerde mülteci kamplarına karışıyor. Ne, nerede ve nasıl algımız dolaşıyor birbirine. Her yer Pazar, her yer çamur. Köyler böyleyse diyorum içinden kamplar nasıldır. İş yok, okul yok ve 1991’den beri durum böyle. Zaman böyle yerlerde yaşayan için nasıl geçer bunu hiç kestiremiyorum. Nihayet kamplardan birine geliyoruz. Burada bir çok kamp geçiyoruz, bir çok ismi olan bir çok kamp. Hristiyanı, musevisi, Müslümanı bir çoğu buraya yardım ediyor. Bu anlamda dünyanın aslında o kadar da kötü bir yer olmadığını düşünmeye başlıyorum. Gelişimiz çocuklarda bir sevinç uyandırıyor. Kim bilir gelen kaçıncı beyaz adamız. Ve varlığımız onlar için ne anlam ifade ediyor, az çok biliyoruz. İnanılmaz çocuk çarpıyor gözümüze, bir çoğu ortalamanın çok altında kısa olan çocuklar. Kısalık demişken sonuçta yetişkinlerinin ile 1.60 ı zor geçtiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Ayaklarda terlik dahi yok, toprak dediğimiz sıkışmış kum adeta nasır tutmuş gibi sert. İşte çelişkiler, toprak sert, sürekli yağmur yağıyor ve heyelan tehlikesi var.
Görüş mesafemde bir adam tulumba başında banyo yapıyor. Evlerde haliyle tuvalet ve banyo yok. Gerçek bir anlamda ev yok çünkü. Bir çoğumuzun “genç odası” diye tabir ettiği oda büyüklüğünde bambudan yapılan barakalarda ortalama 7 kişi kalıyor. Şanslıların bazılarında yerde plastik hasırlar var. Bir kısmında o da yok. Yardımları dağıtacağımız yere geliyoruz. Yardımlar burada mühim. Söylenene göre eğer burada bir gün yardım yapılmadan gün geçerse o gün kriz çıkabilir. Sonuçta resmi olmayan rakamlarla birlikte tahmini 1.100.000 kişinin yaşadığı bir koldan bahsediyoruz. Üretim yok, geçim kaynağı yok. Sadece yardımlarla yürümeye çalışan bir yer. Şöyle diyebiliriz, ayakları tutmayan birinin koltuklarına girip onu yürütmek demek bıraktığında onun yürümemesi demektir. Arakan tam olarak bu.
Pirinç, mercimek, nohut, yağ gibi ürünleri dağıtmak üzere merkezimize geliyoruz. İnsanlar sıraya giriyorlar. Başlarında bir asker olayı koordine ediyor. Sıraya geçenler 5 yaşından 50 yaşına uzanan bir skalada bulunuyor. Enteresandır buralarda pek yaşlı insanlar görmüyorum. Doğruluğunu tartışmakla birlikte oradan biriyle konuştuğumda ölüm yaşının ortalama 47 olduğunu söylüyor. Bu rezilliğe daha ne kadar ömür olabilir ki düşünmeden edemiyorum. Yardımlarımızı dağıtırken 15 kglık yardım çuvallarımızı taşımaya çalışan 5 yaşında ya var yok olan çocuk dünyanın yükünü sırtında taşıyor gibi yürüyor. Asker koordinesinde gelen çocukların bir kısmına yardım ediyoruz çünkü bu yükü kaldırmalarına imkan yok. Dışarıda zaten aileden birileri bekliyor oluyor. Bu 10 metreyi sağ salim geçmesi gerekiyor. Sırat gibi yer onun için sanki. Ve sonunda sadece karnı doyacak. Çünkü burada gerçekten aç kalma durumu her zaman var.
İnekler, keçiler, pirinç tarlaları hepsi gözümün önünde ve küçük küçük. Burada yağmur çok, yeşillik çok ama her şey zayıf. Bu kadar su olan bir yerde bir şeyin çokluğunun felaket olduğunu düşünmeye başlıyorum. Ne yetişir ki buralarda pirinçten başka! Pirinç ve zulüm sanırım bu topraklarda yetişen en iyi iki şey. 1 saati geçen bir sürede yardım paketlerimizi dağıtıyoruz. Alan çocukların, yaşlıların ve orta yaşlıların yüzleri gülüyor. Şimdi sırada önümüzdeki ramazan bayramı için yetimlere bayramlık dağıtma zamanı. Bir yere giriyoruz, hani etrafı tel örgüyle çevrili gibi, üstünde basit bir sundurma ve içi alabildiğine çocuk. Bizi gören çocuklar yüksek bir sesle “esselam” diye bağıyorlar. Ve bunu rutine bağlamış şekilde sürekli yapıyorlar. Binamsı yapıya girdiğimizde bir çocuk ihlas suresini okumaya başlıyor. Ardından tüm çocuklar ona eşlik ediyor. İçlerinde çok küçük çocuklarda var. Onlar durumun farkında değiller. Teker teker çocukları öpüyor onlara bayramlıklarını veriyoruz. Yüzler gülüyor, gülümsemek artık bizim çocuklarımız için ne kadar uzak şeyler diyorum. Artık bizim çocuklarımız, sinirli, gergin ve uzlaşmadan uzak en çok da benciller. Burada bir kıyafet, bir balon hele ki bir top çocuklar için büyük mutluluk. Cehalet kuvvettir diyordu George Orwell kitabında. Elektirik yok, televizyon yok, cep telefonu yok, tablet yok, yiyecek bir lokma şey var ama yüzler gülüyor. Çocuklar enerjik ve güleryüzlüler. Yaşama sevinçleri var, bunu görmek beni bir yandan sevindirirken bir yandan da çocukların aslında dünyada neler olduğundan haberdar olmamaları beni bir hayli üzüyor. Yine de böylesi sanırım onlar için daha iyi.
Tüm işlerimizi bitirip otelimize geri dönmeden önce birkaç kampa daha uğruyor yardımlarınızı ulaştırıyoruz. Günü böylece bitiriyoruz. Arkamızdan bakan çocuklar, o küçük barakalar, tüm bu yoksulluğun ortasında haykırılan “Ezan-ı Muhammedi” kulaklarımda çınlıyor. Aklımda Yunus’un dizeleri geri dönüş yoluna koyuluyoruz:
Biz dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun”