“Sürekli bir anlam ararsan, gerçekleşmekte olan her şeyi
ıskalayacaksın” Tarkovski
Hayatımız sanrılarımızın bir ürünü. Çoğu şey somut alemde
yaşananla paralel ilerlemiyor. Kendi zihin dünyamızdaki kabullerimizden yola
çıkarak yargılıyoruz hem çevremizi hem kendimizi. Bunun sonucu olarak
bazılarına hak etmediği kadar değer verirken bazılarına ise değerinin çok
altında ilgi gösteriyoruz. Bu insanlığın trajedik ikilemi. Hayata karşı gelmek,
akıntıya karşı yüzmek gibidir, sadece akıntıya karşı nasıl yüzüleceğini
bilirsen ilerleyebilirsin. Yani akıntıya karşı yüzülmez koca bir safsata.
Gitmen gereken yer artık gerideyse başka ne çaren olabilir ki? Hayat kendi
anlam sürecimizin keşfiyle ilerliyor. İşte burada anlam sürecimiz anda
gerçekleşmekte olan gerçeklikle örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa işte hayal
kırıklıkları o kadar fazla oluyor. Ya da tam tersi, çok küçük bir şey olduğunda
“işte tam da düşündüğüm gibi” diyerek kendimizi yarı tanrısal forma
dönüştürmekte kısa vadeli tatmin sağlasa da yine dönüp dolaşıp hayal kırıklığı
olarak bize dönüyor. Peki nereye dönmeliyiz? Eve, kendine? Hayır hiç birisine,
gerçekleşmekte olanın seyrine dönmeliyiz. Yapabileceklerimizi yapmalı,
yapamayacaklarımız içinse isyana düşmemeliyiz. Düzeltmediğin gerçekliklerin
seni esir almasına izin vermemelisin. Çünkü insan sadece özgürken kendine ifade
edebilir. Asla anlam aranmasın demiyorum, burada yanlış anlaşılmaya mahal
vermeyelim, sürekli anlam aranmasın diyorum. Çünkü hepimiz kabul etmek
zorundayız ki bazen hayat anlamak için çok hızlı. Biz anlayıncaya kadar yeni
bir anlam dev gibi karşımızda dikiliyor. Yetişemeyince bocalıyor, bocaladıkça
kendimizden soğuyoruz. İnsan anlam aramaya kendini severek başlamalı. En mutlu
insan, kendisiyle savaşmayandır.