Ey asûdem
Toprağıma suyu verenim
Çamurum, hamım
Ateşin nerede?
Bu olmamışlığıma dermanın nerede
Yüz çevirdiğin özüme
Bir selamın nerede
Herşeyden geçtim
Tutunacak dalım nerede
Ey asûdem
Toprağıma suyu verenim
Çamurum, hamım
Ateşin nerede?
Bu olmamışlığıma dermanın nerede
Yüz çevirdiğin özüme
Bir selamın nerede
Herşeyden geçtim
Tutunacak dalım nerede
Bazen seni düşünmek o kadar sarıp sarmalıyor ki beni, kendime gelince hayatıma dönmekte zorluk çekiyorum. Sanki iki evrende yaşayan ve her geçişte bir doğum sonrası ciğerleri yanan insanmışçasına, inanmışçasına. Hafızam bir gidiyor bir geliyor, canımı sıkacak onca şey olmasına rağmen hiç biri bana koymuyor. Ve her canımı ısıtan mısrada bu yangın yerini sevmek için bir bahane ararken buluyorum kendimi. Ne güzel bahanelerim var bir bilsen. Ne yolculuklarım var cam kenarlarında giden bir görsen. Tarifleri terk ettim artık, her tarif bir sırrın ifşası gibi geliyor bana. İçimde ne manzaralar büyüttüm, ne anlamlar biriktir bir baksan. Ben bilgisi anlayışına bağışlanmış biriyim, bağışlanmış yani affedilmiş. Atfedilenlerin farkına varmış. Mecazdaki esrarın inceliğini kavrayabilmiş. Kimim ben deyişimdeki sorunun cevabının olduğu yerdeki benim. Ben burada, bu kahır diyarında ne güzel nefesler alıp verir olmuşum. Anlamak, yakın olmakla başlıyor. Bir bakmışım, ben hiç uzak olmamışım ki.
Mağarada bağıranlar kendi sesinin yankısını duyarlar. İnsan dediğin kendiliğinden kaçamaz orada. Dışarı çıksa kör olacağım diye korkar, üstelik üşüyeceğinden. Bilmez bile dışarısı belki günlük güneşlik. Bir ihtimal de mevsimleri kaçırıyor. Belki hep kar var diye düşünüyordur. Zaman mefhumunu yitiriyordur aslında her rüya görüşünde. Ya da tüm ihtimalleri ters düz eden ve mağaraya dışarıdan bakan adamın yorumlarıysa bunlar? Ya mağara gerçekten mağara değil de cennete açılan bir kapı ise ne düşünürsün? Orada dereler, kuşlar ve çok güzel meyvelerle örülü bahçeler var ise ne yaparsın? Kaçırmanın kıskançlığı damarlarında gezer mi? Kıskançlık evet, bir başkasının yerinde olamamanın zihni allak bullak eden tezahürü. Bir nevi başkalaşamamanın vermiş olduğu sancı. Kıskançlık bir tür sancı değil midir zaten? Ya da kıskançlık değil öykünme. Bir öyküde yer alamayışına öylesine üzülme. Öykünmeler ne derin acılar barındırıyor değil mi? Zaman ne hızlı…
-Nedir durum?
-Hiç
-Ne bakıyorsun aptal aptal o zaman bana
-Çok sevdiğimden mi bilemedim, baktığım hiçbir yüz
seninkinden daha güzel görünmedi bana.
Bakış geçmişte kalan bir serap, zihnin en derinine işleyen
bir kanaviçe. Fotoğrafların en güzeli, ve güzelliğin en nadir hali. Bir kez
gördün mü artık tüm görüşler birler kendini, bir kez birledin mi artık tüm
deyişler bereketlenir. Ne çok çoğalır hayaller ve yaşamdan arda kalanlar. Bir
hayat yaşanır, bir hayatın yanında. Sözler mağarasına çekilmiş, sanki 7 uyurlar.
Bu ne kendine güven, ya uyanmazlarsa?
“Eğer şükrederseniz nimetlerimi arttıracağım” İbrahim/7
İçimde yaşayan yabancılarla tanıştığım bir yılı daha geride
bırakıyorum. Kendi hayat filmimde neler olacak gerçekten meraklı bir şekilde
takipteyim. Nasıl ki aynı anne babadan bir sürü birbirine benzemeyen çocuklar
viladet etmekteyse, içimizdeki iyi ve kötüden de birçok bize benzemeyen ama biz
olan durumlar/kişiler neşet etmektedir. Sıyrıldığımız gerçeklikler hayata dair
tutumumuzu kuvvetlendiriyor. Hayata karşı direnç göstermek hepimiz için bir
hedef gibi gösterilmeye dursun akıntıyla beraber yüzmenin lezzetini kaçıranlar
neyi kaçırdığının farkında değiller. 37 yılı bitiren bir adam(ne denir ki bu
yaştaki birine) ve saçlarındaki ak sayısının neredeyse karaları geçeceği yaşların
merdiveninde sürüklenen biri için ne güzel geçiyor günler diyebildiğim için bir
kez daha şükürler içindeyim. Her yaşımda yüklerimden birini bırakıyorum.
Sanırım 36 yaşımda maddiyata dair yükleri bıraktım. Maddiyatın
büyüğünde/çoğunda gözüm olmadığı gibi bir merakım dahi olmaz oldu. Çünkü her şey
merak etmekle başlar. Ben artık onun ne olduğu konusunda bir merak sahibi bile
değilim. Belki de görece varlıklı olan ve ömrü boyunca maddiyattan başka bir
şey konuşmayan ama yine de kaybı benim için çok önemli olan dayımın ilk önce
yaşadığı durum ve akabindeki vefatı beni bu yönde olgunlaştırdı. Gerçi her
yaşta kalender biriydim(Bu kalender mevzusu da çok eskidir, başka şeyleri hep
hatırlatıyor ya neyse) ama bu yaşta bu kadar erken bu duygulara sahip
olabileceğimi bilmiyordum. Sanırım şükrettikçe nimetlerim arttırılıyor. Bir
kere de buna şükredeyim. Allah beni ve kimseyi kaldırması zor şeylerle imtihan
etmesin. O zaman son söz:
Ben ol hayrân-ı aşkam kim yitirdim akl u
idrâki
Ne âlemden haberdâram ne kendimden hayâlim
var
Taşlıcalı Yahyâ
“Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyleyemez hande-i hürrem de geçer,
Devr-i şâdi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer,”
Neyzen
Tevfik
Hayatın en katlanılabilir yanı belki de sürekli bir akış
içinde her şeyin gelip geçmesi. Büyük yangınlardan geçtik, günlerce yandık ve
bu durum da tek sığınağım bu durumun gelip geçecek olmasıydı. Dayım vefat etti,
alışamadım hala ama gelip geçti artık kabullendim. Kabullenmek çok başka,
alışamamak çok başka. Özlemleri kabullenip, özlemlere alışamamak da tam olarak
böyle. Anlıyorum gittikçe “adem de geçer”. Güzellik yapmaktan, güzel şeyler
istemekten gayri elimizden ne gelir? Gelmesin de zaten. Yumuşak olmalı, sabırlı
olmalı, Allah’a gerçekten iman etmeli. Bizler gerçekten bazı şeyleri yeterince
kavramış olsaydık ne sabırsız olurduk ne de böyle isyankar. Madem ki bir hayat
ve Allah vardır, o yüzden kendi başımıza gelenleri yaşarken bir kenarda bu
varlığı hep hatırlamalıyız. Bu varlığı hatırlatacak güzellikleri ise hayatımıza
her daim konuk etmeliyiz. Hayret makamından ayrılırsak mahvolacağız farkına
varmalıyız. Hep diri olalım. Biz ne damlayız, ne okyanus, biz insanoğluyuz.
Defter kapandı. Haklı çıkmanın verdiği derin üzüntü ile sonsuzca özlemeye mahkum edildim. Syshos dönencesine bende dahil oldum. Bir ses eksilmedi sadece, bir çok hatıranın sahibi artık hatıra olmaya karar verdi. Üzülmek insana bahşedilmiş en kuvvetli duygulardan biri. Ama şu küçücük hayatımızda ne kadar çok üzülüyoruz, ne kadar çok özlüyoruz ve ne kadar dayanıklıyız. Hevesler bir sonraki hayata kaldı. Selam ile...
İki insan tanışınca iki yeni insan oluşur diyorlar ya iki insandan biri özlemeye sonsuza dek mahkum bırakılırsa o artık yeni bir insan değil midir? “Allahtan ümit kesilmez” aslında ümit yok demenin bir başkacasıdır. Tıpkı “Allah bilir” ifadesinin aslında kimsenin bir şey bilmediğini ifade ettiği gibi. Zor günlerin arifesindeyim, belki de en zorları bugünler. Nasıl bir insan olacağımı merak etmiyor değilim. Herkesin hayatında birilerinin yeri hep daha önemlidir. Canım dayım, bence dönülmeyecek yola gitti bugün. İçimin cız edişi ve onun gidişi. Uzun zamandır uğraştığı hastalığı son zamanlarda onu bitap düşürmüştü. Bugün ise boğazına kaçan bir nesne yüzünden nefes alamaz halde hastaneye yetiştirilmiş. İşi çok zor, zaten çok zayıf olan bünyesi buna nasıl dirensin? Bugün hala hayatta ama yarın her şey çok başka olabilir. Ve sonra ben sonsuz özlemle imtihana başlayabilirim. Zaten özlemlerle dolmuş hayatıma çok keskin bir atlayış olacaktır bu durum. Acaba nasıl bir insan olacağım? Ama her şey çok bulanık, ben ise aslında kendime ifade edemeyecek kadar kötü durumdayım. Dik durmanın içimde hayatta kalma mücadelesi verdiği bir süreç bu. Herkesin dayısıyla ya da yakın bir akrabasıyla değişik tecrübeleri vardır. Ama inanıyorum ki benimki olumlu anlamda çok biricik bir yerde duruyor. Her önemli anımda yanımda olan, sürekli telefon eden(bazen bıktıracak kadar, günde 15i bulduğu oluyordu) birinin birdenbire hayatınızdan çıkması sizi nasıl değiştirmez? Umarım ben ve hislerim yanılır. Bu yazı kötü düşüncelerin bir kusmuğu olarak kenarda yerini alır. Ve ben belki de aynı insan olarak hayatıma devam edebilirim. Dua ile…
"İki insan tanıştığında, her biri karşısındaki aracılığıyla değişir; böylece iki yeni insan oluşur." Kemal Sayar
İnsan kendisiyle ve kendiliğiyle kaldığında eskiyiveriyor. Hep
aynı ev, hep aynı sokak, hep aynı insanlar, hatta hep aynı kanepeye oturup
telefonunu karıştırmak…Bu kadar aynılık varken nasıl yenilenebiliriz? Tabi ki
çok zor. Peki nedir yenilenmek? Yenilenmek hayatı yaşanılabilir kılan şeydir.
Yeri geliyor yaşam enerjimiz düşüyor, mücadele gücümüz de keza, çünkü ruhumuzu
restore etmeyi unutuyoruz. Elbet kendimizden kopamayız. Ama kendiliğimizden
kopup yeni bir kendilik elde edebiliriz. Tolstoy’un dediği gibi “ Tüm muhteşem
hikayeler iki şekilde başlar; Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir
yabancı gelir...” yani etkileşim… Yani yenilenme sürecinin başlaması. Yenilenmek
yenilmeyi kabul etmemektir. Yenilmeyenlere ve eskimeyenlere selamla…
“Sürekli bir anlam ararsan, gerçekleşmekte olan her şeyi ıskalayacaksın” Tarkovski
Hayatımız sanrılarımızın bir ürünü. Çoğu şey somut alemde
yaşananla paralel ilerlemiyor. Kendi zihin dünyamızdaki kabullerimizden yola
çıkarak yargılıyoruz hem çevremizi hem kendimizi. Bunun sonucu olarak
bazılarına hak etmediği kadar değer verirken bazılarına ise değerinin çok
altında ilgi gösteriyoruz. Bu insanlığın trajedik ikilemi. Hayata karşı gelmek,
akıntıya karşı yüzmek gibidir, sadece akıntıya karşı nasıl yüzüleceğini
bilirsen ilerleyebilirsin. Yani akıntıya karşı yüzülmez koca bir safsata.
Gitmen gereken yer artık gerideyse başka ne çaren olabilir ki? Hayat kendi
anlam sürecimizin keşfiyle ilerliyor. İşte burada anlam sürecimiz anda
gerçekleşmekte olan gerçeklikle örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa işte hayal
kırıklıkları o kadar fazla oluyor. Ya da tam tersi, çok küçük bir şey olduğunda
“işte tam da düşündüğüm gibi” diyerek kendimizi yarı tanrısal forma
dönüştürmekte kısa vadeli tatmin sağlasa da yine dönüp dolaşıp hayal kırıklığı
olarak bize dönüyor. Peki nereye dönmeliyiz? Eve, kendine? Hayır hiç birisine,
gerçekleşmekte olanın seyrine dönmeliyiz. Yapabileceklerimizi yapmalı,
yapamayacaklarımız içinse isyana düşmemeliyiz. Düzeltmediğin gerçekliklerin
seni esir almasına izin vermemelisin. Çünkü insan sadece özgürken kendine ifade
edebilir. Asla anlam aranmasın demiyorum, burada yanlış anlaşılmaya mahal
vermeyelim, sürekli anlam aranmasın diyorum. Çünkü hepimiz kabul etmek
zorundayız ki bazen hayat anlamak için çok hızlı. Biz anlayıncaya kadar yeni
bir anlam dev gibi karşımızda dikiliyor. Yetişemeyince bocalıyor, bocaladıkça
kendimizden soğuyoruz. İnsan anlam aramaya kendini severek başlamalı. En mutlu
insan, kendisiyle savaşmayandır.
Uzaklardan bir kanat sesi
Meleklerin selamı var
Farkında değilsin belki
Sağanakların sana yardımı var
Yüzün güleç ve gönlün geniş
Ellerin bin bereket
Ama
Ah ne yaptın
Bu kadar dövüşerek kendinle
Kim galip gelmiş bu savaştan?
Muharebelerden mi umudun?
Oysa suretinde sevgi
Gözlerinde gülümseme
Terk etmedi seni.
İlkbahar
Bir çiçek yoktur ki denk olsun
Büyüleyici yüzüne senin.
Çünkü çiçeklerin içinde sen,
Dikenlerin içindeki gül gibisin.
Ey her derde deva olan hazine!
Bak da gör dertlileri!
Merhem senin elindeyken
Yaralı bırakıyorsun bizi.
Lazım bir ömür daha;
Ölümümüzden sonra.
Zira süren ömrümüz
Geçti umutlanmakla.
Sadi Şirazi
Bir ömür daha lazım bize öldükten sonra, çünkü şimdiki
ömrümüz umutlanmakla geçti…
İnsan olmanın doğasını anlatan en güzel sözler içinde üst
sıraya koyuyorum bu sözü. Hepimiz güzel bir tasarımın kötü uygulayıcıları
olarak yer alıyoruz burada. Dağlar, ağaçlar, çiçekler bu kadar güzelken, aslında
muhabbetlerde bu kadar güzelken biz neler yapıyoruz? Biz ihtimallerden bir hayat
kurmaktansa hayal kurmayı tercih edenleriz. Yazık mı? Belki de böylesi hep
güzel ama farkında değiliz. Farkındalıksız varlıklarız yaşadıklarımızın
dışındakilere. Oysa ilk bahar ne güzeldir, ve seversen gam da ne güzeldir.
Merhem istemezsin, bir kere alışırsan. Bilirsin merhem uyuşturur. Ama uyuşmak
istemezsin, yaşamak ve görmek istersin. Yoksa anlatacak o kadar çok güzellik
var ki ne ömür yeter ne kelime. Hani böyle hayran olunan manzaranın karşısına
geçip saatlerce ona bakmak gibi. Gözlerine bakmak gibi…
Gülümseyen yüz çiçeklerden güzeldir, ses tonu kadifeden
yumuşaktır eğer sevecense. Her şey insanda olup biter, alemde insanda yaşar,
kalem de. Yaz yazabildiğin kadar, kalem sustuğunda insan da susar. Ve kalem her
daim aynı şeyleri yazıyor diye de ona kızma. Kalemin işi değildir vuslat
yazmak, kalem matemden yapılmadır elimizde. Kalemi kırılmak o kadar da kötü
olmasa böyle düşününce. Kalemi kırılanlara selam olsun! Ve her daim huzur bizimle
olsun. Şeyh Galib’in dediği gibi:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Özlem ve metanetle…
Nice mayıslara…
Ne ilginç bir gündü. Gece 2:30 da kabusla uyanmak neyse artık. Aslında ne kadar kabus sayılır bilmiyorum ama uyandığımda üşüyordum. Bir arkadaşın evindeydim, evine girdiğimde mutfakta yatıyordu. Sonra ben öteki odaya geçtiğimde mutfakta yatanın o olmadığını anlamıştım. Ve mutfaktaki ocaktan aldığım sıcak suyu yatakta uyuyan adama boca etmiştim. Akabinde uyandım. Uyandığımda telefonumda çağrı gördüm. Bir dağ köyünde 95 yaşında bir nene kaybolmuş. Arkadaşlar aramaya çıkacaklarmış. Gelir misin diye sorulan bir çağrıymış. Gelirim dedim, haliyle. Sabah 6’da evden çıkıp 6:30 da olay mahallindeydik. Köylülerde geceden beri aramalarına karşı bulamamışlar. Sabah gün ağarmadan aramaya ise yeniden başlamışlar. Sahi 95 yaşında ve Alzheimer hastası yaşlı bir kadın en uzak nereye gidebilir? Üstelik coğrafya dağlık. Sağlıklı insanlar zor yürüyor. Neyse bu yaşlı kadının kedileri ha bire bir yerlere gidip geliyorlar. Kedileri takip etmek artık oradan birilerinin aklına geldi demek ki, kedileri takip ettiklerinde belki 40 kere geçtikleri yerin 6 metre aşağısında beline kadar suyun içinde uzanıyor bulmuşlar yaşlı neneyi. Neyse ki sağdı. Bu da tesellimiz oldu. Kedilerde yeri geldiğinde köpekler kadar başarılıymış demek geçti içimden. Sonrasında bir delikanlı yanımıza geldi, çay içer misiniz? diye sordu. Daha sonra da niyetli misiniz? diye. Evet, niyetliyiz dedi. Allah beni affetsin ben inançsızım dedi. Cebinden yarım litrelik bir su şişesi çıkardı. İçinde kaçak viski var dedi. Buna inanıyorum ben dedi. İyi inanmalar dedik bizde. İlginç tabi, Allah affetsinmiş ama inanmıyormuş. Hala o cümleyi zihnimde döndürüyorum. Herhalde viskinin yan etkisi diye düşünüyorum. Neyse zihnimde kalacağına burada kalsın diye düşündüm, yoksa burası bir günlük değil. Nenemde kendi dikkat etsin.
Yusuf'un sözleri toprak
Yusuf'un bal damlıyor ağzından
Yusuf öfkeleniyor ara sıra
Yusuf damlıyor karın ağrılarına
Yusuf söyleyemiyor gerçekleri
Yusuf kurtaramıyor kendini kuyudan
Yusuf'un kimlik kartı da kaybolmuş
Yusuf ekmeğini taştan çıkartıyor
Yusuf kalbini taşıyor elleriyle
Yusuf revolveri güvenliksiz taşıyor
Yusuf az uyuyor
Yusuf toto oynuyor
Yusuf minibüsteki insanları sevmiyor
Yusuf arkeolojiye de meraklı
Yusuf ölümlerden şarkı beğeniyor kendine
Yusuf bir umut var bir umut yok
Yusuf'ta bir namlu, namlunun ucunda bir serçe var
Yusuf müptela kahveye
Yusuf mars etmeyi de seviyor tavlada
Yusuf izliyor kargayı
Yusuf kardeşlerini öldürmüş
Yusuf kapatmış kuyuyu 9 takside
Yusuf Yusuf olalı böyle işkence görmemiş.
Özlem insanın kendiliğidir. İçinde bulunduğu mekandan ve insanlardan bağımsızdır. Coğrafya ve tarih fark etmeksizin içinde yaşanılandır. Azca unutulan, çokça hatırlanandır. Özlem insanın ruhunun en iyi arkadaşıdır. Bu bazen huysuzluk yapan bir arkadaş olsa bile. İnsanı bu duyguya iten nedir peki? Bu duygu aslında, beynimizin bizim yerimize paralel evrende yaşadığı bir hayat ile mevcut hayat arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanır. Mevcut ile olması istenen arasındaki uyumsuzluk bize özlem olarak geri dönüyor yani. Bu paralellik gerçekle arasında ne kadar mesafe bırakırsa özlemin ağırlığı o denli artmaktadır. Gerçeğe yaklaşan her zihinse bu durumu katlanılabilir kılacaktır. Bir diğer etki tabi ki Gestalt Psikolojinin bize anlattığı şey. Yani eksik parçaları zihnimize göre tamamlıyoruz. Yani beyin aslında bildikleri üstünden sürprize yer vermeyecek tahminlerde bulunarak eksik parçaları tamamlıyor. Umduğumuz aslında gerçeği tam olarak karşılamayabilir bu bakımdan. Eninde sonunda öngördüklerimiz geçmiş yaşantılarımızın kölesidir. Ne de olsa umut, beklentinin köpeğidir.
Aylaklığım yorgun düşmüş
Çıkamıyor huzuruna
Ne nümayiş kalmış zihnimde ne
temaşa
Yalnız bir uyku, derin bir uyku
istiyor
Tevatür diyorlar
Vuslat nedir bilmiyorlar
Ben bu yolda yalın ayaklarımla çokça yürüdüm
Islandı gençliğim
Eylül yağmurlarında
Yollarına özlemler ekiyorum
Her kavuşma bir papatya
Sayfalar doğuruluyor ve doluyor
-Sessizlik-
Bir çocuk çığlığı yankılanıyor
Toynaklarında atların
Dişlerimde sıkkınlığı var hala
Hayata dalıp gitmenin
Elbet bir bedeli olacak
Ruhumu yalnız bırakmanın
Ne sözler söylenecek
Ne güzeller geçecek
Bir korsan gemisi yanaşacak şimdi
Ne varsa alacak
Düşleri, terkleri ve hatıraları
Uyandı ruhlar
Gecenin karanlığında hem de
Rüya değil bu her halinden belli
Yıldızlardan uzanamaz yoksa bu el
Hatırladım
Yuğdum kirlerimi
Ellerinde arındım dünyaya
Ellerim köklerine uzanmış ağacın
Ellerim bir papatyaya dokunurken
Çiçekleniyor görmüyor musun bahara
Dimağında pınarlar.
There are defeats that have more dignity than a victory./Borges
Gelelim olayın vehametine. Burası bir tren garı mıydı gerçekten? Binasının bir tren garı kopyası olması onu tren garı yapar mı? Yani hiç ayrılıkların yaşanmamış olması, üstelik hiç kimseninde kavuşamaması bir tren garı için ıstırap değil midir? Ruhu sıyrılmış ve ona bir mintan giydirilmiş müsamereden bir sahne gibi. Düşünüyorum ve diyorum ki burası dünyanın en acınası tren garı. Hikayesi etkileyici ve çarpıcı ama tüm çarpıcılığı bir yanlışlığa dayanıyor. Yanlış olan ilgi çekici olabiliyor demek ki. Oysa etkileyicilik yaşanmışlıkla olması gerekmez miydi? Son anda treni kaçırdığı için sınavına yetişemeyen bir lise talebesinin acısını hissetmesi gerekmez miydi? Hangisini gördü? hiç birini. Bundan sonra ola ola jandarma binası oluyor zaten. Sonra da müdürlük binası. Sanırım böylesi ruhuna daha uygun. Gişenin olduğu yere de memur zaten çocuğunun fotoğrafını koymuş. Ben öylece baktım. ve anlattım, evet çok yakında mini bir belgeselde anlatıcı olarak size burayı tanıtacağım. O zamana dek görüşmek üzere.
Bir kovuğun içine sızan suyun balçıkla sıvanmasıymış varlığım
Çok uzaklarda, bilmem nerede?
Belki ta Çin'de
İnsan
doğmuşum haberim yokmuş
Ruhuma ruhundan üflemişler,
Anlamışım
Bir şamanın kehanetinde
Gelecekten haber olmuşum
Şimdi onun elleri kürek kemiğimde
Mutluluk mümkün mü onu gösteriyor
Oysa ben ,
On nehirde, on şehirde, on bozgun yaşamışım
Gündüz güneşi, gece ay ve kutup yıldızını görürken
Yolumu kaybetmişim
Bulur muyum?
Ha
gayret.
Kıtlık düşmüş diyorlar ülkeme
Ben nedense kıyısındaydım bu kabusun
Bayılmışım çokça
Sesim çıkmaz olmuş
Vahametim farkındalıksız
Nedir bu olanlar?
Siyaset, ekonomi, reel politik ve sanat
Gönlü bol olanlar arz ediyor topraklara
Tohumlarsa artık inat etmişler bir kere
Filize hasret insanlara
Bir nisanda dirilmemek yakışır mı hiç başaklara?
Bereket bizi terk etti mi bu ilkbaharda?
Donuklaştı bakışlar böyle bir yanılsamada.
Sessizlik ne çok yakışıyor
Dalga sesleri, kuş sesleri ve ormanın o uğultusu varken
Uçurumlarda çokça dolaştım ülkemi düşünürken
Ve ben her şeyin farkındayım
Bozgunlar yaşamış kalbimin ve güzel kokuların
Alacağı var rüzgarlardan
Çok şükür yazım yayınlandı. Burada genelde yaptığımın çok dışında bir gezi yazısıyla mevzubahis dergisine katkıda bulundum. Dergi e-dergi olarak yayınlanma kararı alınca artık dergi göndereceğim arkadaşlarımdan en fazla özür dileyebilirim. Keyifli okumalar.
Bir sıkıntı sızlıyor içimde
Sebebi olmalı bunun
Gecenin bir sahibi olmalı
Şimdi üşüdüğüm çukurun
Bir çıkışı olmalı
Bir gülümsemeydi özlediğim
Beni sabahlara eriştiren
Yalın ayak ve yorganlar
Çokça öpüşler
Sonra
Sonra vazgeçişler
Gündüzler ne çabuk kaçıyor
takvimlerden
Miras bırakarak hüzünleri
Güvercinler desen görünmüyor artık ve ibibikler de ortada yok
Küçük ve narin bir savaşın
ortasında
Yerimde yeller esiyor
Kimsenin haberi yok
Her gün bir daha fark ediyorum
Gittiğim yıllardan sensizliği kovuyorum
Takvimler yüzünden bir parçayken
Bir an seni görünce anlıyorum
Hiç eksilmeden bereketleniyor sevgin
Şehirler seninle daha bir şehir
Çiçekler ve dikenler daha bir kutsal
Teninde akarken tenim
-7 derecede ellerim ısınırdı
Sen benim çiğ tanem
Hissediyorum çok yakınsın
Hissediyorum tam buradasın
Ruhum konuşuyor seninle
Evim senin yüreğindedir buna şahidim
Safça göklere uzanıyor gözlerim
Ufuklardasın
Evim sen ne uzaktasın
Evim sen ne yakınsın
Yıldızları döndürüyorsun farkında mısın?