Salı, Mart 23, 2010

Kör Bulutlar Parça 1-2-3

1
Kırmızı koltuklarda oturmak, hele de böyle bir ortamda, mide bulantısından başka hiçbir şey değildi. Dört yüz kişinin sığabildiği tavanı yüksek, yan yana ve arka arkaya sıralanmış kırmızı koltukların olduğu bu salon bir çoklarının olduğu gibi Yusuf’un da kaderini kendi elleriyle çizivereceği yerdi. Yeni uygulama gereği, altı branşta dört yüz öğretmen burada Türkiye’nin değişik yerlerine gitmek için gözlerini duvara yansıyan bilgisayar ekranın ayırmıyordu. Her biri askeri usul gereği selamlarını vererek ve kendilerini tanıtarak kurada çektikleri yerleri haykırıyorlardı. Yerinden memnun olanlar yüzleri gülerek dışarıya çıkarken, hiç hayal etmedikleri kurayı çeken asteğmenler yüzlerinde bir memnuniyetsizlikle çaresizce söylene söylene dışarı çıkıyorlardı. Yusuf hiç kimseye karşı hiçbir duygu içerisinde değildi. O an düşündüğü tek şey kendisiydi. Sıra yavaşça ona geliyordu. Bir kırmızı koltuktan öteki kırmızı koltuğa geçerek kaderini kendisine yaklaştırıyordu. Elleri hafif titrek, bir ağustos sıcağında üşüyebilecek kadar heyecanlıydı. Sıra kendi branşına gelmişti. Oradan görevli olan yeni yetme bir teğmen ince sesiyle bağırdı: Sıra matematikçilerde!
Hayat donmalıydı, bir süreliğine yaşanmamalıydı ve hissedilmemeliydi hiçbir duygu. Kaderin yaklaştığını görmek, olabilecek bir kaderi düşünmek, hiç zevkli bir durum değildi. O an zamanı durduran Yusuf düşüncelere daldı. Artık tam olarak boşluğa bakıyordu. Kaderi düşündü,onun bilinebildiğini ve hesaplanabildiğini bir dünyaya doğdu. Ne bir renk, ne bir ışık vardı. Yaşam ümidi denen şeyse insanları çoktan terk etmişti. İnsanları hayata bağlayan ihtimallere yer verilmiyordu. Hani deniz kenarında yaşayıp da hiç oraya gitmeyen adamın, oraya gidebilme rahatlığını seviyordu belki de . Bir ihtimal, dedi kendi kendine. Kader bir renk çemberi, biz ise nereye baktığı belli olmayan bukalemunlarız, baktığımız değil bastığımız yerin rengindeyiz. Yusuf birden andan sıyrılıp zamana yayıldı. Bir ses: Astegmen Hakan Altın Çukurca! Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Bir ihtimal daha onu terk etmişti. Türkiye coğrafyasının bu terk edilmiş yüzü olan çukurcaya gitmeyi hiç ama hiç istemiyordu. Kurayı ilk çeken kişinin ne kadar kötü bir bileğe sahip olduğunu düşündü. Buna rağmen için için seviniyordu. Ne de olsa sadece kendisini düşünüyordu. Yusuf sınavda büyük bir başarısızlık göstererek sondan bir önceki eleman olmuştu. Yani en son kurayı o çekecekti. Kuraya kalan elemanlardan en iyisinin Çukurca’yı çekmesi hayatın adaletini göstermişti. Kendi kendini sorguladı tekrar, bir iç konuşmayla kendinden utanmak istedi: Nasıl olurda başkalarının gittiği kötü yerlere sevinebilirsin Yusuf! Fakat kendiyle bile yüzleşmekten korkan Yusuf riya dolu bu iç konuşmayla psikolojisini biraz rahatlatmak istese de bir sonraki astegmenin Yüksekova çekmesine yine sevinmişti. Kalakalmıştı, beş yaşındayken arkadaşını tellere dolayıp gülerek uzaklaştığını hatırladı. Yoksa vahşi biçimde doğmuştu da unutmuş muydu? İnsan, bu kadar kötü olduğunu unutmasaydı yaşayabilir miydi? Gözlerini daldırdığı düşüncelerden kopup, önünde ki küçük kağıt parçacağına yönlendirdi. Çekilen yerleri teker teker sildi.geriye 6 yer kalmıştı: Çankırı, Konya , Maraş, Hatay, Şırnak, Şemdinli. Şimdi kaderin onu bu altı yerden birine göndereceği kesindi. Matematikçi olması sayesinde kolaylıkla Şırnak ve Şemdinli’ye gitme ihtimalini hesaplayıverdi. Yüzde otuz üç nokta üç. Yani yüzde altmış altı nokta altı bu yerlere gitmeyecekti. Kalbinin atışı hızlandıkça, kendi kendine bir totem yaparak, asla gitmeyeceğim! Asla gitmeyeceğim! Diyerek tekrarlıyordu. Kendini bildi bileli hep şuna inanırdı: kalbim neyi isterse o başıma gelir, bu hep böyle oldu! Ve ben hayatın sihirli olduğuna inanıyorum, yeter ki kalbimi ikna edeyim! Gerçekten de kalbini ikna etmeye başarabilir miydi?
Salondakilerin sayısı azalmış, dışarıdan bir uğultu içeriye akıyordu. Herkes dikkat kesilmiş son altıyı izliyordu. Bu son altı kurayı çekecek ve her şey yeniden başlayacaktı.Kura çekmeyenler kalbinden uzaklaştırmak istedikleri ihtimalleri zikrederek, kendi aralarında adeta bir büyü yarışması yapıyorlardı. Acaba kimin değneği daha kuvvetliydi? Ya da bir hazreti Musa inebilir miydi gökyüzünden ve bu büyü oyununu bozup haykırabilir miydi? Ne büyü bozuluyordu,ne Hz. Musa geliyordu, sadece sondan altınca sıradaki adam kura torbasına yaklaşıyordu. Yaklaşık on beş adım attıktan sonra kırmızı koltuklarından kahverengi kura torbasına ulaşmıştı. Yüzünde bir ekşime, elini torbaya attı. Yuvarlanmış bir kağıt çekti, kağıdı karşıda bekleyen ve kuraları açan binbaşıya verdi. Binbaşı, Çankırı! Dedi. Son kalan beş kişinin yüzü asılmıştı, bu iyi kurayı çeken astegmen ise yer yüzünden sıyrılmış, bulutlarla sevişiyordu sanki. Bir ihtimal daha tükenmişti. Yusuf: yüzde kırk, diye mırıldandı. Gerçektende kendi iyiliği için başkalarının iyiliğini istemediği çok daha iyi anladı. Artık üzülmüyor ve vicdan azabı çekmiyor, aksine böyle düşündüğü için kendisini takdis ediyordu. Askerliğin ilk günlerinde tanıştığı ve Burdurlu olduğunu söyleyen genç ve kel bir çocuğun kura çekim yerine doğru ilerlediğine gözü ilişti. O da heyecanla elini attı. Çıkardığı yuvarlak kağıdı binbaşıya verdi. Binbaşı, Hatay! Dedi. Herkes sustu, askeri disiplinin sevinçleri böldüğü bu kasvetli ortamda varolan tek şey gerginlikti. Yusuf gerildikçe gerildi, usulca yüzde elli, dedi. Geriye sadece dört yer kalmıştı: Şırnak, Şemdinli, Maraş ve Konya. Kalbine üst üste direktifler gönderiyor, kalbi ise onu hiç umarsamıyordu. O an acziyetini düşündü. Kendisine ait olan tek şey düşüncesiydi. Sahip olduğu bu beden, onun hiçbir emrine itaat etmediği gibi, onun istemediği her şeyi harfi harfine yerine getiriyordu. Ona Yusuf denmesini sağlayan bu bedenden o an öylesine nefret etti ki, eğer düşünmeye devam edebileceğini bilseydi damarlarını kesmekte hiçbir sakınca görmezdi. Düşünmeyi oldu olası severdi,varlığın en güzel yanının hep düşünmek, güzeli düşünmek olduğunu düşünür düşler kurardı. Düşlerde yaşamayı, dokunmak gibi sever ama düşlere dokunamamanın eksikliğini hissederdi. Hem eksiklikti belki düşleri güzel yapan, hep bir hedefte olup hep bir olmayan, eh birazda tanrıdan insanlara miras yaratma duygusuydu düşler.bir ses daha: Maraş! O da ne! Yusuf irkildi, bu defa tüm o ağır geçen saniyeleri kaçırmış ve son saniyeye yetişebilmişti. Gamzelerinde bir yorgunluk: yüzde altmış altı nokta altı, dedi. Artık kaderin kendisine yaklaşmasına sadece bir adam kalmıştı. O da ayaklandı elini torbaya attı. Önce bir tane çeker gibi yaptı, sonra elindekini bırakıp başka bir tane aldı ve korkarak binbaşıya uzattı. Bir ses: Konya!
Yusuf için her şey bitmişti. O an hiçbir şeyi sevmiyor, hiçbir şeye değer vermiyor dahası kendisinden bile tiksiniyordu. Bu sahipsiz beden onun için en güzel seçenekleri bırakamamış,kalbi illa da Şırnak illa da Şemdinli diye tutturmuştu. Geriye de kala kala Şırnak ve Şemdinli kalmıştı. Buralar Türkiye’nin unuttuğu yerlerdi! Yusuf unutulmaktan öylesine korktu ki! Unuttuğu şeyleri unuttu. Unutmanın sihirli dünyasını unuttu! Olanca hıncıyla nefret duydu, nefreti de unuttu. Bir kusmuk parçası gibi kırmızı koltuklardan ayaklandı, ona kahveyi değil de başka bir nesneyi anımsatan kahverengi torbaya elini attı. Yüzüne bakan arkadaşı Oğuz onun çaresizliğini anlıyordu. Gamzeleri gülücük olmuş, şaşkınlıktan sadece gülüyordu. Bugüne kadar kura denince, öğrenci evinden kalma hatıralar aklına geliyordu Yusuf’un. Ekmek almaya kim gidecek, bulaşıkları kim yapacak, yemeği kim yapacak? Tüm bu kura çekimlerinin etkisinden en geç üç saat içinde kurtulabiliyordu. Oysa bu defa çekilen kura kısa kibrit çöpünden çok daha ileriydi. Tam bir yıl o elin çektiği yerde kalacaktı. Artık her sonuca hazırdı. Çünkü iyi ihtimaller ortadan kalkmıştı: yüzde sıfır! Yüzde yüzün daha az kötü olan yüzde ellisini istiyordu. Kalbine son kez yalvardı, bari Şırnak olsun, bir kez olsun yardım et, beni hiç mi sevmiyorsun!dedi. Yusuf hiç düşünmedi, elini attığında eline ilk gelen kağıdı sımsıkı sardı, kaderden korkmuyordu, artık çaresizdi ve boyun eğmişti. Kim ölüleri ölümle tehdit edebilir ki?
Çocukken bir keresinde annesine kızdığı için,ondan öç almak için evin içine doğru bir yılanın süzüldüğünü bağıra çağıra söylemişti. Öğlen uykusundayken zıplayan ve merhamet duygusuyla yavrusuna koşan evhamlı anne, ona sımsıkı sarılmıştı. Eline elektrikli süpürgenin demir borusunu alan anne: nereye gitti! Diye sordu. Yusuf utanarak eliyle dışarıyı gösterdi. Henüz beş yaşındaydı ve yönleri şaşırma hakkı vardı. Ama kendisinden o an öyle nefret etmişti ki, bir daha kendisini sevebilmesi için yılların geçmesi gerekiyordu. Beş yaşında tutulmuştu kendine nefret etme hastalığına zayıf bedeniyle. Hayata söylediği ilk yalanı, en çocuk olduğu anda en merhametli kişiye, anneye, söylenmişti. Bir daha asla iyi olamayacağını düşündü. Sonra unuttu! İşte tam da elini attığında bunu düşündü. Bildiğim gerçeklere yalan söylemeye devam ettiğim müddetçe sadece annem bana merhamet gösterecektir! Kendine acıdı. Yuvarlak kağıdı çekti ve binbaşıya uzattı. Binbaşı: Şırnak! Diye bağırdı. İki elini dirseklerinden bükerek sevincini gösteren Yusuf, orada selam vermesini bekleyen bir yarbayın yanına giderek:Astegmen Yusuf Yıldız Şırnak, dedi. Hiçbir şey hissetmiyordu, an içinde bir kara delik oluşmuş ve tüm duyguları içine çekerek bir boşluğa dönüştürüyordu. Hayatının bir yılı Şırnak’ta uzakta belki de unutulmak için geçecekti. Ölmeden unutulmak acı olmalıydı, ve hiçbir canlı ölmeden buna dayanamazdı. İnsanlar bu yüzden mi ölüyordu yoksa? Artık unutulacağını hissettiğinde bir melek mi sırtına alıyordu onları? İyimser düşündü, belki dedi, belki!
Şırnak’ı çekmesi aslında sürpriz değildi, gerçek sürpriz ondan önce kurayı çeken dört kişinin bu ş harfiyle başlayan iki yere hiç itibar etmeyişiydi. Artık olan olmuş, merak ve korkuya bürünmüş bir yaşam onu bekliyordu. Gideceği yerde nasıl olsa yalnız olmayacaktı, kendisinden başka beş kişi daha vardı. Acaba nasıllar diye hiç düşünmedi, en çok değer verdiği varlık, kendisi, nasıl olsa Şırnak’taydı artık tüm dünya Şırnak’ta olsa bile umurunda olmazdı.Bazen son derece bencil olabiliyordu, buna rağmen paylaşımı seven, çevresine gülümseyen bir tavrı da vardı. Tam bir çelişki adamıydı. Aslında istediği tek şey: daha güzel bir dünya. Oldukça klasik bir şey istiyordu, bu yüzden kendine gülerdi. Güzel nasıl bir tanım diye sorar, aslında her şeyin eğilip bükülebilen ve somut bir karşılığı olmayan kelimelerin kargaşasından çıktığını düşünürdü.
Deniz havası buram buram ciğerlerine dolarken, terk edilmesine ramak kalmış bu yere bir özlem duydu. Ucu görünen adalara dönerek: Keşke! Seninle başka zaman, başka bir iklimde tanışmış olsaydım, her şey çok farklı olabilirdi İstanbul! Şırnak tam olarak İstanbul’un çaprak tersiydi. O kadar uzak, o kadar yalnız. Uzaktan Hamdi ile Burak’ın yanına geldiğini gördü. Hamdi Diyarbakır’ı çekmiş, Burak ise Erzurum’a gidecekti. Yusuf’un yanına gelince heyecanla ona neresi çıktığını soran Hamdi, Yusuf’un cevabını duyunca bir “ Hass…” dedi. Yusuf alışmıştı. Sanki kendine inanıyormuş gibi Hamdi’ye : Biz muhallebi çocuğu değiliz kardeş, tabi ki gideceğiz ve en zor yerde yapacağız, korku mu var bize! Oysa içinde bir kedi titremekteydi.
2
Kalbin mühür yediği zamanlarda hiçbir iş rastında gitmiyor, bir beste olsaydı nota değil de es olabilirim diye hissediyordu kendini. Kalbine söz geçiremeyen bir adamın çaresiz hikayeleri olabilirdi, düşünce bedeni yenince yenilenebilirdi. Yoksa günden güne eriyen, küf kokan, paslanan, içinde kendinden başka her canlının yaşadığı mutual bir yaşamın daha çok kaybeden tarafında olacaktı. Yenilenebilirim diye sayıkladı uykuya dalmadan önce. Sanki ölmeden önce iman eden firavun gibi! İnanabilirim! Evet, yenilenebilirim, boğulmadan yaşama hemde! Kalbime söz geçirebilir, onunla anlaşabilir ve tüm yaşamımı yenileyebilirim, çünkü kalbime gerçekten yenilenmek istediğimi tüm inancımla söylerim.
İnsanın içi kokan bir oda da uyanılan bir sabahta herkes traşlarını olmuş, uykuyu unutmuş, o yeşil giysilerini giymişti. Yusuf Oğuz’a bakarak: neden kamufle oluyoruz biz şimdi a… koyim, düşman mı var, ormanda mıyız? Dedi. Oğuz Yusuf’un bu argo konuşmalarına alışmıştı: İşine gelirse abi, dedi. Bu küçük takılmadan sonra hep beraber aşağıya indiler. Hamdi yemekhane sırasına hep önce gider, açlığa bir dakika bile dayanamazdı. Hamdi gülerek geri dönüyordu. Yusuf ona yaklaştı:
-Hayırdır abi, bu ne hız? Hemen yaptın mı kahvaltıyı?
-Yok be ne kahvaltısı, kantine gidiyorum ben bir tost alabilirsem onu yiyeceğim. Hem kahvaltı zaten tam bir komedi, zeytin zeytin ezmesi ve çay var.
Oğuz kahkahayı patlattı, Yusuf da ona katıldı.
-Ben saygı duyuyorum ve bu güzel kahvaltıyı kaçıramam, diyerek sıraya girdi.
Kahvaltı sonrası herkes ortak bahçede buluştu. İctimanın alınmasına daha on dakika vardı. Kurada Şırnak çıktıktan sonra sigaraya başlama kararı alan Yusuf bunu içine çektiği her duman zerresinde ne kadar doğru bir karar olduğunu düşünüyordu. Böylece damar sertliği yaşayabilir, sertleşen kalp damarları kanı yeterince iyi devir daim edemez ve sinsice intihar etmiş olabilirdi. Uzun zaman alabilirdi bu, ama burada zamandan bol ne vardı ki! Sonra elli kişinin olduğu takıma dönerek:
- Bakın demedi demeyin, Hey sigara içmeyen arkadaşlar yemekten sonra sigara mükemmel bir zevk veriyor. İleride neden birisi bana söylememişti demeyin, işte ben diyorum!
İçine son defa çekti, ciğerlerinde oluşan fırtınanın verdiği rahatlıkta izmariti yere attı. Nasıl olsa mıntıka zamanında yine kendiler temizliyorlardı, o halde rahatlıkla kirletebilirdi. Hem bir reklam filmi insanları durduk yere gaza getirmiyor muydu: Kirlenmek güzeldir!
Yarı deli tavırlar sergileyen Yusuf artık tam bir serkeşti! Her şeyi boş veren yapısı iyiden iyiye ortaya çıkmış bir an önce İstanbul’dan kovulmak istiyordu. On beş gün ara izni olduğunu duyulunca herkes kadar sevinmişti Yusuf. Yarım ay olarak ifade edilebilecek bu zaman dilimi hiçte az değildi! Bu süre zarfında biraz istanbul’da zaman geçirebilir, ardından memleketine geçip oradan da yeni vatanı olan Şırnak’a geçebilirdi. Şimdiye kadar Muğla, Aydın, İzmir ve Ordu gibi yem yeşil ve denize sahili olan yerlerde yaşayan birisi için, yeşilin evliya çelebi zamanından beri unutulduğu iklimin zalim insan kadar sert olduğu soğuk bir coğrafya da yaşamak zorlayıcı olsa gerek. Adı ne olursa olsun, alışkanlıklardan vazgeçmek ne zor! İcabında bir insan saati sağ koluna takıp, çuvaldızı hep karşıdakine batırmak gibi küçük alışkanlıkları emir telakki edercesine ısrarla yerine getiriyor. Alışkanlıkları terk etme korkusu Yusuf’u gerçekte ürküten tek nedendi! Alışmamıştı Şırnak’a, alışacağını düşünemiyordu da,çünkü bunun için tecrübe etmesi gerekiyordu ve tecrübe etmeyi de istemiyordu. O ara sıra bir bütün olarak her şeyi iten bir mıknatısa dönüşüveriyordu.
İctima alanında on yedinci defa sayılmalarına rağmen hep bir kişi eksik çıkıyordu. Komutan oradan boğazına bir aslan kaçmış gibi kükrüyor ve bu eksiğin derhal bulunmasını istiyordu. Buna rağmen bu eksiği aramaya gitmek isteyen askerlere ise yerinizde kalın diye kesin talimat veriyordu. Arka sıralardaki askerlerden belli belirsiz küfürler duyuluyor, ana bacı din iman kısa bir süreliğine cinsel ilişki tehdidiyle karşı karşıya bırakılabiliyordu. Yusuf da iyice sinirlenmişti, ama elden hiçbir şey gelmiyordu. Yeniden düşlere dalıp, istediği kişi olabilir ve ya istediğini yapabilirdi. İsterse şuan buradan çekip gidebilir, ve ya komutana rest çekip emir komutaya alabilirdi askerleri. Ne de olsa düşünmek bedava ve güzeldi. Uzak kapıdan görünen ve üstündeki kamuflaja rağmen kabak gibi orda duran ve kamufle olamayan o varlık sayıma gelmeyen bir kişi olmalıydı. Suratında yavşak bir gülümsemeyle takımın önüne geldiğinde, artık suratı pancarı andıran komutan, nerdesin sen, diye bağırdı. Birden ciddilik maskesini takınan bu çocuğun adı Adem’di.
-Komutanım çok fena ishal olmuşum, hani halk arasında cırcır.
Bu laubali tavırdan hiç hoşlanmayan komutan, yat, diye bağırdı. Elli şınav çekmesi gerektiğini söyledi. Adem şınavlara başladı. Bir, iki, on derken komutan, kaaaç?, dye sordu. Adem, sıfır, dedi. Yusuf bu sorunun cevabının sıfır olduğunu biliyordu ama asla bu soruya neden sıfır dendiğini öğrenemedi ve sorduğu kimselerden de bunun cevabını alamadı. Doğru cevabı veren adem takımın içine dahil olmuştu artık. Artık güdülmeye hazırlardı. Birisi uçurumdan atlasa hepsi telef olacak kadar komutanlarının direktiflerine bağlıydılar.
Öğlen sıcağına kadar, yürümüşler, koşmuşlar, sürünmüşler, haykırmışlar, askerliğin gereklerini yerine getirmeye çalışmışlardı. Hala hiç birisi kendini ne asker gibi hissediyordu, ne de asker olduğuna inanabiliyordu, istedikleri tek şey şu kahrolası dedikleri günlerin bir an önce geçmesiydi ve buna sadece yarım gün vardı. Öğle yemeği için geldiklerinde güzel bir sürpriz onları bekliyordu. Öğleden sonra dinlenmeleri için izin verilmişti, herkes büyük güne yani yarına hazırlanacak eksiklerini tamamlayacak ve o gün mükemmele yakın olacaklardı. Bu gerçektende hazırlıklarını yapmış olanlar için müthiş bir dinlenme fırsatıydı hemen odaya çekildiler ve güzel bir siesta yaptılar.
Soğuk bir şeyler içmek için kantine giden Yusuf orada bulunan bir askerle diyaloga geçmişti. Zaten askere sorulan iki klasik soru vardı:
1- Nerelisin?
2- Şafak kaç?
Bu iki soruda askerden başka kimseyi ilgilendirmemesi rağmen ısrarla sorulurdu. Askerin Şırnak diye cevap vermesi ise Yusuf’u heyecanlandırmış, ona Şırnak hakkında sorular sormaya başlamıştı. Bu da hatalı bir hareketti tabi ki, çünkü bir memleket asla kendi memleketlisine sorulmamalıydı çünkü onlara göre ne kadar kötü olursa olsun orası mutlaka güzel bir yerdi. Hatasını anlayan Yusuf duyduğu cevap karşısında hiç şaşkına uğramamıştı, asker sanki Şırnak’tan değil Zürih’ten ya da Milano’dan bahsediyordu. Gerekli gereksiz muhabbet devam ederken, yanlarına yaklaşan ve daha önce hiçbir şekilde konuştuğunu hatırlamadığı buğday tenli orta boylu bir astegmen yaklaştı.
-Acaba Şırnak’a gidecek olan siz misiniz? Dedi.
Çocuğu baştan sona süzen Yusuf, ondaki bu nezaketin tamamen yabancılıktan kaynaklandığının farkındaydı. Kim bilir samimi olsalar ona nasıl küfürlerle hitap edecekti. Zaten insan bilincindeki bu sadizm samimiyetle daha rahat ortaya çıkıyordu. İçlerindeki saldırganlığa dışarıya vuran insanoğlu ilk önceleri avına kavuşmak isteyen bir hayvanın nezaketi içindedir. Sessizliği saygısından değil, vahşetinden öte gelir. Yine de temiz bir aile çocuğu olduğu yüz tipinden anlaşılan bu çocuğa karşı bu kadarda acımasız olmamalıydı. Aynen onun gösterdiği tavır gibi nezaketini koruyarak:
- Evet, bende Şırnak’ a gideceğim. Gerçekten kötü bir bileğe sahipmişiz.
Şimdilik her şeyin nezaket çerçevesinde yürüdüğünden emin olan iki taraf yalnız olmamanın verdiği mutluluk içindeydi. Bu unutulmuş yerde şimdilik olsa olsa iki unutulmuş kimse olabilirlerdi. Yani bu kez unutulmuş olabilirdi ama yalnız asla olamazlardı. Böyle düşünmek Yusuf’u rahatlatıyordu. Sık sık düşüncelerde yüzen Yusuf yine zeminden kurtulmuş, düşler aleminde geziyordu ki bir elin kendisine doğru uzatıldığını fark eden gözleri beynini uyardı.
- Özür dilerim. Bana sık sık olur, böyle dalar dalar giderim ben, kusura bakmayın.
Yusuf’un bu haline gülen astegmen yüzüne bir şefkat büründürerek:
-Ara sıra herkese oluyor. Adım Ümit Bağdatlı, Türk dili ve edebiyatı öğretmeniyim. Türkiye birincisi olmuştum geçen KPSS’de.
Yüzünde bir gülümseme beliren Yusuf:
- Bende Yusuf Yıldız, matematik öğretmeniyim ve geçen KPSS’de Türkiye birincisi olamamıştım. Iraklı mısınız yoksa soyadınız Bağdatlı?
- Yok, hayır. Rizeliyiz biz, ama yıllardır Ankara’da yaşıyoruz. Soyadım Bağdatlı ama açıkça neden böyle bende bilmiyorum.
Her iki yüzde de belirli belirsiz bir gülümsemeden sonra telefonlar alındı verildi. Bir daha görüşecekleri kesindi.
3
Tören günü sabahı. Dört yüz asker aynı anda silah üstüne yemin edeceklerdi. O güne kadar hiç giymedikleri ve her hangi bir kamufle iddiası bulunmayan bir elbise içinde olacaklardı. Bu şık görünen ve omuzlarında altına benzeyen dama taşından rütbe bulunan bir kıyafetti. Herkes kendilerini görmeye gelecek olan ailelerine en iyi şekilde görünmek istiyordu. Yürümesini öğrenemeyenler ve hastalar ayrı bir grup yapılarak bir gün önce yemin ettirilmişti. Şimdi onlar tribündeydi ve bu dört yüz kişiye izleyeceklerdi. Yusuf kimin yerinde olmak istediğini sordu? Onun için fark etmezdi, olması gereken olmalıydı, ve bu gün olması gereken yürümesiydi. Harici adı verilen kıyafetleri giyip, parfümünü vücuduna heterojen bir şekilde sıktıktan sonra şapkasını da giydi, artık hazırdı. Annesi babası törene gelmek istemişler fakat Yusuf buna şiddetle karşı çıkmış, bu tür ritüellere boyun eğmemeleri gerektiğini belirten konuşmalar yapmıştı. Ama çocuklarını göremeyecekleri için anne-babasının içinde bir ukde kalacaktı. Yusuf’ta bunun farkındaydı ama önemsemiyordu. Şimdi çıkacak, yürüyecek ve sonra on beş gün için kendisini özgür hissedecekti. Bütün benliği o nizamiye denilen yerin dışındaki dünyadaydı. Aynı zamanda bölük komutanı da olan binbaşı o sabah ilginç bir kıyafet giymiş, birde kılıç kuşanmış gelmişti. Dört yüz askeri toplamış, onlara güvendiğini belirten kışkırtıcı bir konuşma yapıp sözlerini:
- Her Türk asker doğar, bugün bunu kanıtlayın ve bastığınız yeri titretin, diyordu.
Bazı asteğmenlerin etkilendikleri gözlerinden belliydi. Yusuf ise bu tip sloganist sözlere karşı oldu olası bir kin duyar tam aksini yapmak isterdi. Ama şimdi gruptan ayrı takılabilme lüksünün bulunmadığı bir zamandı. Sadece grupla aynı hareketi yapacak, öğlen oldu mu çekip gidecekti. Tüm mesele buydu, gerisi teferruatın teferruatıydı. Herkes toplanıp sayım yapıldıktan sonra, tören alanına gitmek için rugan ayakkabılarla dört yüz kişi yola çıktı. Hep bir sesten:
-vatan sana canım feda!
-Vatan, şeref, vazife, dürüstlük!
- her şey vatan için!
-Ne mutlu türküm diyene!
Gibi yürüyüş kararlarını son kuvvetle söyleyerek ilerliyorlardı. Yusuf bile bağırıyordu. Tören alanına yaklaştıklarında herkes gırtlaklarını yırtıyor, sanki küçük şiddetli bir deprem oluşturmak istercesine yere sıkı sıkı basıyordu. Tören stadyuma benzeyen bir alanda yapılacaktı. Bu yüzden seyirciler yukarda olacaktı. Herkes son derece güçlü ve bir şey başarmış hissiyatı içerisindeydi. Stada girdiklerinde büyük bir uğultu koptu ve uğultuyu bir alkış izledi. Artık herkes tamda seyircilerin karşısında son derece heyecanlı son derece stresliydi. Büyük komutan geldiğinde nasıl davranılacağı teker teker anlatılmış ve en küçük bir hata istenmiyordu. Şimdi sıra yürüme sırasıydı. Adımlar atılmaya başlanmıştı, herkes son derece istekliydi fakat Yusuf daha ilk adımdan hata yapıyordu. İçin için kendine kızıyor, ayağını düzeltiyordu, ama her düzeltişinde bozması on saniyesini alıyordu. İlk köşeyi döndüklerinde tören yürüyüşüne geçmelerine sadece bir köşe kalmıştı, zaman olanca hızıyla ilerliyordu. Otuz saniye sonra öteki köşeye de gelmişler ve tören yürüyüşüne geçmişlerdi. Kolları yukarı kalkıyor, ayaklar ise kaldırılıp kaldırılıp sanki boşluğa bırakılıyormuş gibi yapılıyordu. Gözler büyük komutanın gözünü yakalamaya çalışıyordu. Yusuf o an o dört yüz kişiden biri gibi olmuştu.tören geçidi tamamlanmış ve yeşil zemin üzerinde yer alınmıştı. Buradaki uyarı ayakta kalamayanlar kendisini yere atabilirdi, burada kimse için artık acıma kalmamıştı. Büyük komutan konuşma yapmak için geldiğinde ilk bomba patlamıştı. Konuşmasına, kahraman asteğmen, diye bir giriş yapmasına rağmen bir grup asteğmen kendilerine yapılan uyarıları unutmuşçasına, sağol, diye bağırdılar. Oysa sıkı sıkı tembih edilmişti, sadece soru sorarsa, sağol, diye cevap verilecekti. Ama burası askeriye idi, burada herkes düşünmeyi unutmuştu.
Yemin ediliyordu, elini silaha koymuş dört yüz asteğmen son kuvvetiyle bağırarak yemin ediyordu. Yusuf hiçbir kelimesini tekrarlamadı yeminin. Silahın üstüne elini koyarak susmuştu.
Yusuf için kurtuluşa artık saniyeler vardı. Üzerinde askeriyeye ait olan tüm kıyafetleri bir hınçla çıkarmış ve artık kendince özgürlüğün simgesi olan kot pantolon, tişört ve bez ayakkabılarını giymişti. Bavulu sırtına alıp bir an önce buradan uzaklaşmak istiyordu. Bavulunu aşağıya indirmesi zamanını almamıştı. Şimdi sıra otobüslere binip gitmekteydi. Oradan bir ses geldi ve tören alanında masaların unutulduğunu bunları alınması gerektiğini söyledi. Herkes yeniden sıraya geçip marş söyleyerek tören alanına gittiler. Üstünde kot ve tişört olan Yusuf marş söylerken küfretmek istiyordu, hala kurtulamamıştı. Neyse ki zaman geçmek zorundaydı, bugüne kadar hep böyle olmuştu. Masalar en hızlı şekilde taşındı ve yeniden otobüs beklenilen yere gidildi. Sondan bir önceki otobüse binen Yusuf’un yüzünde cennetin temiz suları akıyordu adeta. Son on dakika dedi kendi kendine. Çıkış kapısı görüldü ve herkesin yüzünde bir gülümseme belirdi. Çıktıklarında herkes mutluydu. Yusuf sessiz ama mutluydu. Hamdi,Oğuz ve Burak ile vedalaştı. Gözlerini kapattı ve ellerini birleştirip başının arkasına koydu, derin bir nefes çekti, çok sevdiği schopenhauer’den bir sözü kendine söyledi:“kim ne dersi desin bir insanın en mutlu anı uykuya daldığı andır ve en mutsuz anı uyandırıldığı andır.” Bir an önce uyandırılmayacağı sabahlara uyumak istiyordu.

Süreç

Yolculuk
Eğer bitebilseydi vardıktan sonra
Bir varış olsaydı ütülenmiş rüyalarda
Görünür müydü son durak halihazırda bir melek suretinde
Yıkıma hazır bir kasırga mı beklerdi kapı önünde
Sıcak bir kahve içmek için soğuğu mu beklerdi
Kaldırımı olmayan post modern şehirlerde manzara
Görünseydi eski yazı bir gazetenin küflenmiş sayfalarında
Hayallere aşıp sırtı üstü getiren zaman makinesi
Anlamını bulurdu belki ha sinesi
Bir tekerleğin her hangi bir yerinde arada bir yerde
Sürünür gider miydi bir lav serinliğinde
Toprakları öylece yıkar giderdi kırmızıyla
Ayakları olsa beş belki on tanede
Büyükler derdi
Aynı anda kırk kere basamaz kırkayak bir yolculuğa
Varış
Olabilseydi umulduk sonun resmi
Bilinirdi yol bir uzunluk değil süreçti

...

Yeşiller arasında sıkışmış nehrin
Yaşlı köprüsünün üstünden geçerken
Mısır tarlalarında yüzüyor en mahrem düşler
Esrarengiz bir otomobilin yeşil penceresinden
Bakarken çaylak oğlanlar
Yemyeşil görünüyor reklam tabelaları bile
İlk yokuşta kaybolan tüm sevgiler gibi
Terk edilmeye yüz tutmuş bir benzinlik
Ziyaretçisi olmayan tahtası çürümüş
Sanki lanetlemiş bir mezarlık
Mola verilir hayata yıkatmak için tüm günahları
Yollardan yıldızlar kadar arabalar geçerken
Bir sinek vızıltısında
Her yolcu kendi hayalini kurar otobüs penceresinden
Bir an her şeye muktedir başkan, bir an meşhur bir futbol takımının en önemli oyuncusu
Uyandığında
Bir fakirin tasında olan her şey kadar gerçek oluverir gerçeklik oysa
Fotoğrafı çekilsin ve acısın diğer insanlar diye
Sevinsinler kendi hallerine diye çiziliverirdi minnet duygusuna boyanmış şükür tablosu
Öylece olur giderdi tüm kainat dokunmadan hiçbir zerresi
Kalbur üstü bir yorgunluk çökerdi coğrafyaların en cesur seyyahlarına
Tüm yaratılan dua ederdi yaratılmayana

İnsanlık

neden güzeldir gökyüzü bilir misin?

gece yıldızı

gündüz güneşi

ayda bir küsen ayı

vardır

ama hiç ama hiç insanı yoktur...

belki bu yüzden bu kadar derindir...

Yol

Soğuktan camlara yapışmış harflere kazınmak isteyen buğu

Isınmış, ıslaklıktan kovulmak üzere bir tanenin sessizliğe yolculuğu

Çekmiş gitmiş, savrulup kalmış bir huzurun acınası yalnızlığı

Ya da

Yuvarlak masa şövalyelerinin kağıt üstü kahramanlığı

İnsanlığa sunulmuş sahte kurtuluş manifestosu

Olur olmaz zamanlara giymiş akıl, delilik paltosunu

Kandan ılık bir parça

Ve

Damarların yatkınlığı bıçağa

Hayretler içinde bir yaşam damıtma mekanizması

Bu kadar yakın ölüm,yapayalnız, duygularda hep zaman aşımı

Başarı

Acısını unutmuş parçalanmaya hazır taştı gençlik

Topraksa sertliğini yitirmiş bereketli bir kayanın yaşlılığı

İki arada bir ömürde

Ümitler kayaya sarılmış ince kökler

Zamanla ve sabırla galip gelecek

Bulutlaşmış yüzlerde

Yüzer matem denizinin en sert iklim yaşları

Yağar, eser, deler geçer

İnandırılmış kök

Farkına bile varmadan

En zalimce kayayı.

Şeytanla Konuşma

kulağıma fısıldayıp soruyordu

allah var mı?

"yok" tabi dedim

olsa gösterirdim sana

yok deyince şaşırdı sustu

bir kelime daha etmedi

çekti gitti

arkasından gülümsedim

en büyük sıfır odur dedim

varlığı yokluğuna sebebtir