“Bilmediğim, en iyi bildiğim şeydir”
diyor filozofun biri. Bu tanım hiç şüphesiz ki “gerçek doğru” kavramını da
gerçekten bilemeyen bir bilgi severin sözleri. Başka bir açıyla bakacak olursak
“doğru” şüphesiz ki en çetrefil yolların
en anlaşılmaz ve başat düşüncelerin ürünü. Hemen herkesin her şeyi her şekilde
ve konumda bildiği ve daha da önemlisi hemen herkesin kendi yanılgısını kabul
etmeye yanaşmadığı, üstüne üstelikte “ısrar” tutumunun fanatize olmuş şekilde
uygulandığını görüyoruz. “Bilgi”, “kavrama” ve “yorumlama” basamaklarından ilk
iki basamağı tabansız bir şekilde terkedip, “kesin inanlı” bir tavırla “yorumlama”
basamağıyla olan biten her şeyi açıklama gayretine girişiliyor. İnsanlık
tekerleği bir kere keşfetti, bu artık tekerleğin yeni ve yineden
keşfedilemeyeceğini ortaya koyuyor bir bakıma. Fakat yorumlama üzerinden fikir
beyan etmek zorunda kalmak, adeta keşfedilmiş tekerleği yeniden keşfetmeye
simulatif bir tavırla yanaşmayı doğuruyor. Anlamları ele aldığımızda “bilgi”
nin, aslında en değerli olması gerekenin, en az başvurulan yöntem olması kabul
edebileceğimiz şekilde edinmesi en zor, gidilmesi gereken en karmaşık yol
olduğundan kaynaklanmaktadır. Düşünelim, bilmek için harcanan emek, bilmeden
yorumlamak için harcanan enerji ile kıyaslanmayacak denli çaba
gerektirir. Temelde Homo economicus’da
diyebileceğimiz “iktisadi insan” hayata
karşı tavır geliştirirken bu ekonomik tavrı her alana sirayet etmiş şekilde
uygulamaktadır. Süreç içerisinde “bilgi”den uzaklaşan insan, yorumlama gücüyle
her türlü sonuca ulaşabileceği gibi absürt bir kazanım elde etmektedir. Bu
yüzden tartışmalar kısır, verimsiz ve somut verilerden uzak, son derece
irrasyonel davranışlar olarak belirmektedir. Oysaki hayatın her alanında
gerçekten bilgiye başvuran insan kendiliğinden rasyonel davranışların bir
pratisyeni olacaktır. Bilgiden uzak olarak yapılan “yorumlama” tekniğinin
elbette ki etkilendiği en önemli duygu kaygıdır. Kaygıyı hayata karşı
olumlu-olumsuz, rasyonel-irrasyonel , akıl-duygu arasında sürekli çalışan bir
piston gibi tanımlayacak olursak, düşünce eksenimizin kaygılardan kaynaklanan
yollara başvurarak yorumlama yaptığı sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz. “Kaygı”
bazlı yapılan her “yorumlama” içinde rasyonel biçimde “gerçek” ten uzaklaşarak
ve sübjektif doğruların bir öğesi olarak hegemonyasını düşün dünyasında
sürdürecektir. Bu mana da ele aldığımız tartışma biçimlerinde sorulması gereken
temel soru “Yorumlarımın içinde ne kadar bilgi var? Bilgi olmayan kısmının ne
kadarı kaygılarımdan kaynaklı?” . Saf biçimde doğruya ulaşmak isteyen insan
bunu ancak aslında hiç var olmayacak ancak çevresinde dolaşabileceği
objektiviteye yaklaşarak gerçekleştirebilir. Özetle her şeyi bildiğini sanan
bir insan ile tartışırken onun öncelikli olarak en büyük “kaygılarını” öğrenin,
ve bu kaygıların ne kadar rasyonalize edilebileceğini kendi zihninizde tartarak
bu minvalde sorular sorarak tartışmayı devam ettirin, cevaplarınızı verirken
kendimize soracağımız basit bir soru ile kaygılarımızdan ne kadar uzaklaşıp
karşımızdaki insana ne kadar doğru sorular sorduğumuzu tartalım. Çünkü tekerlek
keşfedildi ve ancak doğru sorular insanı gerçeğe götürebilir.
Pazartesi, Ağustos 18, 2014
Her şeyi bilmenin dayanılmaz hafifliği ve düşünce eksenimizin kaygıları
Kendi kalabalığına hapsolmuş, toplumsal yalnızlığa mahkum...
Pazar, Ağustos 10, 2014
Renklerden Lacivert
Lacivertinden
sıfır kilometre yüzgeçler kanatlanıyor
Şık
görünmenin riyakarlığına
Gergin
bekleyişlerde nihayet
Bir oda
yolun sonunda
Kurulmuş
Sanki
Da vinci’nin
sofrasında
Adam
kahkahada
Kız oynaşta
Kahve
getirir Mardin usulü cezvelerde
Zehir ki ne
zehir
“Söyleyin
hain hanginiz?”
Oğlan elleri
iki yana bağlı gönlü hapiste
“neler
oluyor?”
Krakerin
yanına yakışıyordu açık çay
Kriter değil ha kraker
Kaçamak
bakışlara saklanırken beğeniler
Söz sırası
babada
Tam
konuşacak
“Dini alet
etmeyin” dedi bir ses
Hangi ses?
Vicdan
Köylüydü baba
işte
Ne çok
biliyordu yağmur ne zaman yağar
Bir çuval un
ne kadar
Ama
Neden hep
pahalıydı hayat kendini bildi bileli
1,5 kilogram
baklava 30 lira
Umutların
Sayısı var hesabı yok
Kendi kalabalığına hapsolmuş, toplumsal yalnızlığa mahkum...
Cuma, Ağustos 08, 2014
Dahukta Yolculuk
Kağnıya binmiş güney rüzgarı
Tard edip şeytanları
Tahtına çıkıyor ruhumun
İman edip yokluğa
Terk ediyor rastlantıları
Birden
"Belki"
Cehennemlerden kaçıp
Açılıyor
Tam karşıda
Yedi cennet kapısı
Gözü kapalı
Portakal çiçeği kokusunda
Rayihalardan derin bir nefes
Yumuşatıp en sert kabukları
Mutluluğu uyandırıyor rüyadan
Mahvedip bu irinli çıbanı
Bir ses
"Keşke"
Bu atrab
Alabilseydi zamanı öne
Dört nala koşardı sentor
Defne kokusunda
Tard edip şeytanları
Tahtına çıkıyor ruhumun
İman edip yokluğa
Terk ediyor rastlantıları
Birden
"Belki"
Cehennemlerden kaçıp
Açılıyor
Tam karşıda
Yedi cennet kapısı
Gözü kapalı
Portakal çiçeği kokusunda
Rayihalardan derin bir nefes
Yumuşatıp en sert kabukları
Mutluluğu uyandırıyor rüyadan
Mahvedip bu irinli çıbanı
Bir ses
"Keşke"
Bu atrab
Alabilseydi zamanı öne
Dört nala koşardı sentor
Defne kokusunda
Kendi kalabalığına hapsolmuş, toplumsal yalnızlığa mahkum...
Cumartesi, Ağustos 02, 2014
Bir sorun olarak sanat ve muhafazakar camia
Hayata karşı tepki koymanın, refleks geliştirmenin en önemli biçimlerinden birisi onu sanatla ifade etmek. Söz konusu tepkinin sanatsal şekilde yapılması, hiç şüphesiz onun kalıcılığını sağladığı gibi etkisini kuvvetlendiren bir dinamik oluşturmaktadır. Ancak sanatla desteklenebilen ideolojiler sesini çok daha gür çıkarabilir. Çünkü insanın içinde doğuştan getirdiği en önemli reflekslerden(ben refleks olarak nitelendiriyorum, bir düşünsel refleks) biri olan “keşfetme ihtiyacı” ancak sanatla gerçek bir keşif haline bürünebilir. İmgeler ve sanat insanları birbirine bağlamaktaki en önemli köprülerden birisidir. Bugün içinde bulunduğumuz paramparçalığın en büyük sebeplerinden birisi şüphemiz ortak bir sanat algısı oluşturup, bu söylem üstünden etki inşaa etmedeki eksikliğimizdir. Sünni-şii ayrımına bile bakarsanız çok ciddi bir sanat farkı vardır. Kabul edelim ki bizden çok daha muhafazakar görünen şia, Sünnilere nazaran çok daha sağlam sanat eserleri ortaya çıkarmıştır. Sünni dünya olarak sanatla aramızda uçurumlar var, oysa uçurum bir adımdan daha uzun değil, zıplamaya niyetimiz olsa karşıya geçeceğiz ama ne yazık ki başarılamayan bir durum. Çocukluğumuzdan beri sanatla şeytan ortakmışçasına davranmayı öğrendik. Bu yüzden muhafazakar kesim olarak iyi bir müzisyenimiz yok, virtüözünü geçtim, iyi bir sinema yönetmenimiz yok, iyi bir romancımız yok. Uluslararası romancımız çıksa ana avrat küfrediyoruz, adamın ideolojisinden kendi nefretimizi kusuyoruz ama oturup mücadele etmiyoruz. İyi eser her yerde kabul görür, sadi şirazinin tüm dünyada kabul gördüğü gibi. İyi bir karikatürist çıkarmadan yine bu anlamda gerçek bir dava şuuru kazandıramayız.Bu duruma küçük bir örnek vermek gerekirse, Filistin mücadelesini Filistin yapan unsurlardan birisi de Hanzala’dır. Hanzala’nın sırtına dayanan Müslümanlar mücadeleye daha sıkı bağlanıyorlar. Çünkü sanat kavramayı beraberinde getiriyor. Ve kavrayıştan eksik muhafazakar yapı anlayıştan da mahrum kalıyor. Bu yüzden acilen sanat faaliyetlerinde kendilerini göstermeleri gereken bir toplumla karşı karşıyayız. Yoksa Doğu Türkistan davasını da kavrayamayacağız, Filistin davasını da. Olaylara ise hep Aristo mantığında bakacağız, bulanık mantığı es geçeceğiz.
Kendi kalabalığına hapsolmuş, toplumsal yalnızlığa mahkum...
Kararan ruhlarımız:Doğu Türkistan ve Filistin
Bu ülke toplumu yaklaşık 2200 yıldır hiç bir zaman bir zemin üstünde tam olarak anlaşamadı, bu gerçek hala değişmedi. Milattan önce boylar arasındaki mücadeleyle başlayan süreç 19. yüzyıldan itibaren ideolojik anlamda bölünmeyle devam etti. Görünen o ki yüzyıllar bize çok yaramıyor. Bunun temelinde belki de bu coğrafyadaki her bireyin şifahi öğrenmeyeağırlık vermesi ve kavmiyetçiliği. kavmiyetçiliği ırki bazda elbette kullanmıyorum. ne yazık ki ikili ilişkilerde birbirini seven ve anlaşan insanlarımız kapalı kapılar ardından birbirleri hakkında plan kurmaktan da geri kalamıyorlar ve dahası küçük planların küçük adamları olmayı tercih ediyorlar. Bu küçük planlar o kadar uzayan bir liste oluşturuyor ki söz konusu ortada biz zulüm olduğunda bile insani duygulardan tamamen arınıp kavmiyetçiliğimizle zulümlerde ayrıma gidiyoruz. Örneğin insanlarımız hala ortada zulüm vardır ve biz zulme karşıyız demek yerine, doğu türkistana ses çıkarmayan neden filistinde konusuyor, ya da doğu türkistanı konuşan neden ağzına filistini alamıyor gibi saçma sapan diyaloglara giriliyor. Özetle zulümde birleşemediğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz her defasında. Ramazan ayında oruç tutanlara zorla su içerten çin yönetimi ile ramazan ayında filistinlilerin üstüne bombalar yağdıran israil aynı tarafın üyeleri olduğunu söyleyemiyoruz. Zulüm tek sestir, bu böyle biline. Ve her müslüman Kur'ani bir tavırla kavmiyetçilikten uzak bir dik duruş sergilemeli, ve en önemlisi başarılamayan "mükemmel" davranışlardan insanların "iyileri" yapmalarına engel olunmamalı. Zulüm karşısında tek ses olmak, tek duada birleşmek her daim bir müslüman üzerine en az namaz kadar, oruç kadar farzdır. Bu anlamda kavmiyetçiliğinizden vazgeçin doğu türkistana sahip çıkın, en azından dualarınızda, yine sizde kavmiyetçiliğinizden vazgeçiniz filistine sahip çıkınız. orada çocuklar ölüyor, ve çocukların ideolojileri yoktur.
Kendi kalabalığına hapsolmuş, toplumsal yalnızlığa mahkum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)