Salı, Kasım 25, 2014

Kahvehane müdavimi 3

İnsan sırf sevdiğini birinden duyduğu için bir yalana inanabilir mi? İnanır hem de dünyanın en gerçek bilgisiymişçesine. Bana yalanlar söyleyebilir misin Behçet Abi?
Okey taşlarının şıkırtıları, kahvehane gülümsemelerine karışırken Behçet Abi’nin sararmış bıyıklarına eşlik eden dudakları gülümsüyordu. Gözlerim sağa sola baksa da boşta sandalye yoktu. Oturacak yer yoksa birilerinin kalkmasını beklemekten başka çaremiz var mı? Zaten biz milletçe bir belediye otobüsündeki koltuklara birde kahvehanedeki sandalyeleri beklemeye meraklıyız. Oturabilen zaferlerden zafer kazanmış gibi. Kalbinin temizliğine şahit aramak için binbir türlü bahaneler uydurulan anlardan biriydi: Behçet Abi’nin yanındaki adam sigara paketinden bir dal alarak su kanalının olduğu yola doğru ilerlemeye başlamıştı. O sandalyeye oturulmaz mı?
Mesleği olmayan adamların mesleğidir avarelik, muhtemelen de heveslisi çoktu. İşte avarelik mesleğinin üstadlarından Behçet Abi’nin tam da yanındaydım.
-Hayırdır Behçet Abi, bir gülümseme ki yüzünde, insanları çatlatırcasına
-E, olsun o kadar.
-Ne olsun o kadar?
-Beşiktaş bu hafta kazandı, tüm haftam mutlu geçer.
-Fikstüre bağlı ha?
-Fikstüre bağlı hayatlar var, ne diyorsun sen?
-Mutluluk için fazla basit değil mi abi?
-Mutluluk için fazla kasmıyor musunuz?
-Bilmem, ama ne bileyim 20 adam bir topun etrafında deli gibi koşturuyor.
-20 değil 22, hem Bill Shankly’i bilir misin? O Der ki: Futbol bir ölüm kalım mesele mi? Hayır çok daha fazlası.
-Ben anlamıyorum böyle afilli şeylerden. Zaten kahvehane ve futbol yanyana geldi mi pek çekilir gelmiyor bana.
-Sen takım tutmuyor musun?
-Tutsaydım Beşiktaş’ı tutardım heralde.,
Futbolun felsefe yönünü hiç anlamış değilim ama Behçet Abi’nin bu kadar kolay mutlu olduğunu görmek beni mutlu etmedi değil. Hem sevdiğimiz insanların mutlu olması bizi de mutlu etmez mi? Lütfen biraz daha mutlu olur musun Behçet Abi.
Bazı zamanlar kendimizi unutuyoruz, bir amacımız var mı bunu sorgulama ihtiyacı olmadan akıntıya kaptırmış gidiyoruz. “Neden?” sorusunu ne kadar az sorarsak o kadar çok mutlu olacağız diye mi hissediyoruz sanki.”Nasıl?”. Dur! Mutlu olmak nihai amacımız mı? Cevabını bilemeyeceğimiz soruları sormayı ne çok hevesliyiz.
Diyaloglarımız kesintili, sanki paralel evrenlerde yapılan monologlar. Sık sık düşüncelere dalmak en büyük hobimiz. Fakat bu özellikle doğu toplumlarında iyi karşılanan bir değil, bu batı toplumlarında da iyi karşılanan bir şey değil. Bu durum başlı başına hoş bir şey değil. Tam hayallerden hayaller beğenirken metalik bir ses:
-Dostum fazla derine inme vurgun yersin.
-Vurgun mu? Hangi banka soyulacak yine.
-Seni hayta çocuk hiç uzlaşmayacaksın doğayla değil mi?
-İnsanlarla uzlaşsam yetecek gibi sanki.
-Doğayla uzlaşamadan mı?
-Abi o zaman çek git köyüne, nedir bu doğa da doğa.
-Kolay değil.
-O zaman doğa moğa deyip durma bana. Çakılıp kalmışsın betonların arasına nereye gidebiliyorsun.
-Kolay değil gidemem köye.
-Nedenmiş o? Tutan mı var?
-Ne betonu dostum, biz zaten köyde değil miyiz şuan? Bir yerde olan oraya nasıl gidebilir?
-Köyde miyiz biz?
-En azından bedenimiz.

-Hakikaten nerdeyim ben?

Cumartesi, Kasım 08, 2014

Kahvehane müdavimi-2

Gözlerinde bulutlar gezen , sigara yasağından mütevellit içeride sigara içemeyen Behçet Abi elini masaya ritmik şekilde vuruyor, vuruyor, vuruyor. Bir saatin işlemesi, bir trenin yol olması ve dikiş makinasının ipliği kumaşa dikmesi gibi. Sıkılan adamlar, ne çok düşünüyorlar boş yere. Belki bir zaman sıkılan adam olmayı başarabilir insanlar. Sıkılan adam olmayı başarmak öyle sanıldığı gibi kolay değil kesinlikle. İçinde bulunduğun sıkılgan durumu terketme isteğinde olmayacaksın bir kere. Sürekli macera arayan ve sıkılan adam aslında sıkılan adam değildir, sıkılmaktan kurtulmak isteyen adamdır. Behçet Abi sıkılan adamdı. Daha şikayet ettiğini görmedim, çünkü ne zaman ona gitsem, onda emanet bir akıl mutlaka vardır birilerine verecek.
Konuşması zor bir insan, çünkü dinlemeyi çok iyi bilmez. Ona soru sormak ne zordur, hemen anladım der, başlar anlatmaya. Umduğu şeyleri cevaplar, cevaplar, cevaplar. Ya ben, yardıma muhtaç cevaplar arayan ben, ben ne olacağım? Soru soracak kimsenin olmaması ne kadar kötüdür biliyor musunuz? Sandalyelerinden birini beğenip yine konuşmadan cevaplar alacağımı bildiğim Behçet Abi’nin yanına doğru yanaştım. Yine aynı bakış, yine aynı o hınzır gülümseme, tam ağzımdan bir kelime çıkacak, durur mu Behçet Abi;
-Zamanı gelmediyse gelecek olanın, beklemekten başka ne gelir elden?  İşlerin hep bir  zor yanı vardır, en zor yanı ise meçhule olan bağlılık. O meçhule bağlanır, inanır ve hayatımızı ona göre idame ettiririz.
Meçhul nedir? Meçhul yarındır, bunu bende biliyorum. Meçhul umulmadık olandır, meçhul planların dışındaki plan, Allah’ın senin için düşündüğünü ,sakladığı bir kitaptır. Sayfa açtıkça okursun, okumak ise zamanını alır ziyadesiyle. Zihnimi okurcasına düşüncelerimin arasına balıklama atlıyor Behçet Abi;  
-Ne değişti sanki? Değişen bir şey yok aslında, zaten olsa da önemli değil. Ne fark etti sanki? Fark eden bir şey yok aslında, zaten olsa da önemli değil.
Bu kadar çok şey yoksa, madem biz neden varız? Varsak da önemli miyiz? İnsanı akıllandırmalı soru dediğin, bu sorular büsbütün çıldırtıyor hem. Sabrım yok dinlemeye, konuşmak bir ihtiyaç belli, şimdi sıra bende diyerek bu defa dudaklarından bir “A” harfi çıkıveren Behçet Abiyi susturarak:
-Her yokuşun bir inişi var diyordu büyükler, peki hayat yokuşunun inişinden inmek mümkün mü? Hayat öyle bir yol, öyle bir yokuş ki, hep çıkmaya mecbur ve mahkumuz. İnişteki kolaylık ise nefes alırken mümkün değil. Ha bu yokuş bazen 4-5 derecelik eğimi uygun görürken bazen 70-80 derecelere varan eğimiyle yaşamı zor hale getirebiliyor. Zirve desen zaten yok, hep çıkmak hep çıkmak daha yukarıya çıkmak ve asla inememek. Ta ki nefes alma hakkın bitene kadar, işte nefes bittiği an ta en başa, başladığın yere paldır küldür yuvarlanmak ve varmak. Hayat yaşaması güç bir süreç, muhtemelen cennet dümdüzdür.
Mecbur, mahkum, meçhul. Bu üç “m” harfi aslında hayatlarımızın özeti sanki. Sözlerimi sessizce dinlemeyi başarabilen Behçet Abi gözlerindeki bulutu dağıttı.
-Dostum, araba kullanan biri direksiyona bakar da yolu ihmal ederse kaza kaçınılmazdır biliyorsun değil mi? Çünkü aslında yön veren direksiyon değil, yolu gören gözlerdir.
-Ben direksiyon niye var onu öğrenmek istiyorum.
-Direksiyon var ve sen arabadasın, hala araba neden var, direksiyon niye var, ben niye varım diye düşünürken tepe taklak oluyorsun farkında değilsin.
Soru sormak güzel bir hastalıktı, üstelik cevaplar bulamasam bile. Sanki hayatı çok daha kana kana yaşayacakmışım gibi geliyor. Ne yapayım? Düşünmeden olmuyor, hissetmeden olmuyor. Eğer acı çekiyorsan, daha çok düşünerek kendi düşüncende boğulup vurgun yemek istersin, hem uçuruma bakarsan uçurum seni kendine çeker.


Pazartesi, Kasım 03, 2014

Kahvehane müdavimi


“Yalan söylemeyi sevmeyen insanların zamanı vardır, çünkü doğru şeyler yapmak gerçekten zaman alır. Bu zaman, insanın ömrüne bedel olabileceği gibi bazen birkaç gün bazen birkaç saat olur ama illa olur. Yanlış ile yalan birbirine karışan şeyler değil çoğu zaman.  Yanlış yapan yalansız yaşayabilir, yalanla yaşayan yanlışsız iş yapmaz.” Böyle derdi kahvehanenin müdavimi Behçet Abi. Adını söyleyince bir hastalık geliyordu aklıma, ama bu tamamen o doktorun çokbilmişliğinin bir sonucuydu, ben bunu da biliyordum.
Aklım karışık, kendi gelgitlerimin tsunamilere evirilmesi, bir yıkım her yanımı sarmış apar topar çoğu zaman aksakça ilerliyordum. Kim anlardı derdimden, doğru soruyu hangi doğru kişiye sorabilirdim?
Böyle zamanlarda aslında hiç olmayan ama hep düşünen Behçet Abi yetişirdi imdadıma. Hani tembel adam işe yaramaz adam diyenler var ya, bilakis ben böyle düşünmüyorum. Tembel adam çok düşünen adamdır, düşünmekten iş yapamayan adamdır, yalansız adamdır, zamanı olan adamdır. Doğru kahvehaneye gittim, Behçet Abi, bu dededen yadigar mekanın gediklisi olduğundan mütevellit tam beklediğim yerdeydi, yanına oturdum ve iki çay söyledim, biri açık. Kim açık içiyor ki?
Yüzünde hınzır gülümseme,
-Bu sene rekolte düşükmüş diyorlar buğdayda
Doğru sorulara doğru cevaplar vermenin farziyeti üzerine;
-Behçet Abi bur da buğday yetişmez ki, burda balkonlarda bile çiçek yok, ne buğdayı
-Ekmeğe zam demek bu.
-Yeni Fırıncılar Odası Başkanı sen mi olmak istiyorsun?
Kahkahayla karışık, yüzünün kırışıklarına bilgelik katıp;
-Eve ekmek götüreceğiz ya hayta çocuk.
-Ekmek yemek iyi değilmiş diyor doktorlar televizyonda.
-Doktorlara kalsak öldük be.
Bir yerde bir mesleğin erbabı sayıca çoksa orada karmaşa vardır, uzmanlaşma ve anlayış farkı dediğimiz şey tamda bu zaman ortaya çıkar. İnsan kime inanacağını bilemez. Hatta çoğu zaman kendi işine gelen cevabı bulana kadar o mesleğin erbapları arasında mekik dokumaktan çekinmez. İlkokul müsameresi tadında bir yarıştır bu insan zihninde, umut vaat eden hep kazanır.
Behçet Abi’nin konu dağıtmakta üstüne yoktu. Bir selam verelim desen, Napolyon’un Mısır Seferindeki dehasından bahsedecek kadar konu değiştirebilirdi. Çok şeyin çırağı olan bu adam belki de hiçbir işin ustası olamamanın acısını çıkarıyordu kahvehane sandalyelerinde. Tam söyleyeceklerimi hazırlayıp yutkunarak ona baktım ki, sözümü kesercesine:
-Zamanı var
-Ne gibi, nasıl yani?
-Bir tohumun yeşermesi için gerekli zaman gibi
-Ben hiç tohum ekmedim ki nasıl oluyor, nerden bileyim.
-İlkokulda çim adamda mı yapmadın?
-Hayır, ilkokul hocam emeklisini bekleyen, hep aynı gazeteyi okuyan, sağa sola küfreden sararmış bıyıkları olan bir adamdı.
-Ne yani bu dediklerin bir çim adam yapılmasına engel mi?
-Ne bileyim yapmadık işte, uzatma da söyle ne demeye çalışıyorsun?
-O zaman şöyle söyleyeyim, telefonunu şarja taktın, hemen dolar mı?
-Hayır asla, bir süre beklemem gerekir.
-İşte o bekleme süresinin adı “Zamanı var” dır.
-Tamam işte idrak ettim. Ama benim söylemek istediğimle senin söylediğin arasında doğru bir ilişki var mı nerden bileyim?
-Gözler doğru bakarsa, doğru soruyu sorarlar.
-Nerden biliyorsun gözlerimin doğru baktığını.
-Yalan bakmadığına inanmak benim işime geliyor, yalan söylememekte senin işine.
-Pekala ya yalan söyleyeceksem.
-O zaman burada vakit kaybetmez, gider biraz film izler ve hayal kurardın, ama burdasın. Çünkü cevabı duymak istiyorsun.
-Allah aşkına söyle madem nedir cevap?
-Zamanı var.
-Zaman hep var.

Zaman zaten içinde yaşadığımız yer değil mi, başka bir yer mi lazımdı bana. Başka bir bakmak, başka bir düşünmek, başka bir duymak, her şeyin başka olduğu bir zaman mı gerekliydi?