Perşembe, Aralık 04, 2014

Kahvehane müdavimi 4

Mendiller uzatılırdı, kağıt mendiller henüz süper market raflarında 10lu paketlerde satılmazken. 10lu paketler, çok göz yaşı, çok grip, çok kirlilik ya da oturduğu kahvehane sandalyesini silmek demekti. Elime geçen tozlu sandalyeyi silmekle hayata başlayabilirdim. Bugün Behçet Abi görünmüyor üstelik. O zaman onu hayallerime çağırmalıyım. Bir yandan içten içe konuşurken arada Behçet Abiyi sohbete çağırmak hiçte kötü olmazdı.
Her şey, her neyse tam da yolundayken elektrikler kesilir, sonra karanlıkta bir süre beklersin. Tam karanlığa alışmışken ama bir yandan da aydınlığı özlerken, elektrik birden gelir . Sonra sobanın üstünde duran çaydanlığa elini uzatıp tam da kendine bir bardak çay koyacakken elektrik yeniden kesilir ya, işte oradaki duygu karmaşası benim Behçet Abi.
Hınzırca gülen, çoğu zaman bu halden anlamaz, kendi bencilliğinde debelenip giden, dahası bir çok şeyi sadece alay etmek için yaşayan Behçet Abi her zaman ki gibi gözlerini kısıp gülerek:
-Karanlık geldiyse cep telefonunun ışığını açsan ya.
Hayal kırıklıkları vardır insanın hayatında, kırıklıklar, tüm zerrelerde kaynamamacasına  kırılan kırıklıklar. Duymak istediğim şeyler gönle dair olsun isterdim, gerçekler değil. Behçet Abi sen halden anlamaz mısın hiç? Neden bu gerçek, neden bu alay benimle ve hayatla, kim acıttı seni bu kadar? Kim üstünü örtüyor yok oluş sebeplerinin. Yok oluş sebepleri yaşama sebebi olan insanlardan neden kaçarsın? Soğuk suları sevmiyorum Behçet Abi, uyurken yüzüme çarpılan soğuk suları hiç sevmiyorum. İçimden konuşmalarım ve sorularım artarsa ve Behçet Abi ya cevap vermekten kaçarsa yine diye onun zeka pırıltılı cevaplarına bir cevap vermem gerekiyor:
-Cep telefonları şarj olmaktan ne işe yarıyor Behçet Abi?
Şapşallaştı, ne diyeceğini bilemedi. Bu düpedüz doğruydu, neredeyse gün boyu elimizde gezinen cep telefonları eve girince yaşam ünitelerine bağlanır gibi şarj aletiyle bağlanıyordu hayata.  Eğer bir gün kaçmayı öğrenmeye karar verirse Behçet Abi bu işin en iyi öğretmeni olmayı kesinlikle hakkediyordu.
-Bu büyük bir hayal kırıklığı olurdu, düpedüz bir hayal kırıklığı.
-Anlıyor musun ben Behçet Abi? Ben büyük bir hayal kırıklığıyım.
-Yani kurulmuş bir hayalsin öyle mi?
-Bir soru sorsam, daha çok soru soracaksın bana abi, ne demek şimdi bu.
-Kırıklıklar, onların olması için önce varlıkları gerekiyor. Sen hiç kimsenin hayalinde olmamak ve hiç kimseyi hayal edememek ne demek bilir misin?
Tasavvufu sevmezdim, üstelik acıdan alınana mazoşist zevke son derece karşı idim kendimi bildim bileli. O zaman neden acıyordu her yerim?
-Anlat bana Behçet Abi!
-Bak şimdi, bu hayatta önce mutlu olursun, çünkü çok az şey bilirsin, sonra öğrendikçe acı çekmeye başlar-
Behçet Abi’nin sözünü yarıda keserek:
-Abi yine aynı şeyi anlatıyorsun, bana yeni bir acı tasnifi yapmayacaksın değil mi?
Sözünün kesilmesine hafifçe kızdığı yüz hatlarından belli olan ve alnının coğrafyaları açığa çıkan Behçet Abi;
-Başlarsın, akabinde acı çekmeninde anlamsızlığını anlarsın. Artık acı çeken biri olmanın ne kadar manasız olduğunu idrak edersin.
-Ya sonra?
-Sonra bir karadeliğe dönersin.
-Ne demek bir karadelik?
-Işık yaymayan, kendi içine ne varsa çeken ve tepki vermeyen ama en çok yok eden. Yani meçhul!
Meçhul, gayb, neden tam hayatımızın ortasında sorgulamalı insan. Denemeli, hata yapmalı, ama bir karadeliğe dönüşmemeli dedim içten içe.
-O zaman çok öğrenmemeli Behçet Abi.
-Öğrenmemeli dostum,öğrenmemeli.


Salı, Kasım 25, 2014

Kahvehane müdavimi 3

İnsan sırf sevdiğini birinden duyduğu için bir yalana inanabilir mi? İnanır hem de dünyanın en gerçek bilgisiymişçesine. Bana yalanlar söyleyebilir misin Behçet Abi?
Okey taşlarının şıkırtıları, kahvehane gülümsemelerine karışırken Behçet Abi’nin sararmış bıyıklarına eşlik eden dudakları gülümsüyordu. Gözlerim sağa sola baksa da boşta sandalye yoktu. Oturacak yer yoksa birilerinin kalkmasını beklemekten başka çaremiz var mı? Zaten biz milletçe bir belediye otobüsündeki koltuklara birde kahvehanedeki sandalyeleri beklemeye meraklıyız. Oturabilen zaferlerden zafer kazanmış gibi. Kalbinin temizliğine şahit aramak için binbir türlü bahaneler uydurulan anlardan biriydi: Behçet Abi’nin yanındaki adam sigara paketinden bir dal alarak su kanalının olduğu yola doğru ilerlemeye başlamıştı. O sandalyeye oturulmaz mı?
Mesleği olmayan adamların mesleğidir avarelik, muhtemelen de heveslisi çoktu. İşte avarelik mesleğinin üstadlarından Behçet Abi’nin tam da yanındaydım.
-Hayırdır Behçet Abi, bir gülümseme ki yüzünde, insanları çatlatırcasına
-E, olsun o kadar.
-Ne olsun o kadar?
-Beşiktaş bu hafta kazandı, tüm haftam mutlu geçer.
-Fikstüre bağlı ha?
-Fikstüre bağlı hayatlar var, ne diyorsun sen?
-Mutluluk için fazla basit değil mi abi?
-Mutluluk için fazla kasmıyor musunuz?
-Bilmem, ama ne bileyim 20 adam bir topun etrafında deli gibi koşturuyor.
-20 değil 22, hem Bill Shankly’i bilir misin? O Der ki: Futbol bir ölüm kalım mesele mi? Hayır çok daha fazlası.
-Ben anlamıyorum böyle afilli şeylerden. Zaten kahvehane ve futbol yanyana geldi mi pek çekilir gelmiyor bana.
-Sen takım tutmuyor musun?
-Tutsaydım Beşiktaş’ı tutardım heralde.,
Futbolun felsefe yönünü hiç anlamış değilim ama Behçet Abi’nin bu kadar kolay mutlu olduğunu görmek beni mutlu etmedi değil. Hem sevdiğimiz insanların mutlu olması bizi de mutlu etmez mi? Lütfen biraz daha mutlu olur musun Behçet Abi.
Bazı zamanlar kendimizi unutuyoruz, bir amacımız var mı bunu sorgulama ihtiyacı olmadan akıntıya kaptırmış gidiyoruz. “Neden?” sorusunu ne kadar az sorarsak o kadar çok mutlu olacağız diye mi hissediyoruz sanki.”Nasıl?”. Dur! Mutlu olmak nihai amacımız mı? Cevabını bilemeyeceğimiz soruları sormayı ne çok hevesliyiz.
Diyaloglarımız kesintili, sanki paralel evrenlerde yapılan monologlar. Sık sık düşüncelere dalmak en büyük hobimiz. Fakat bu özellikle doğu toplumlarında iyi karşılanan bir değil, bu batı toplumlarında da iyi karşılanan bir şey değil. Bu durum başlı başına hoş bir şey değil. Tam hayallerden hayaller beğenirken metalik bir ses:
-Dostum fazla derine inme vurgun yersin.
-Vurgun mu? Hangi banka soyulacak yine.
-Seni hayta çocuk hiç uzlaşmayacaksın doğayla değil mi?
-İnsanlarla uzlaşsam yetecek gibi sanki.
-Doğayla uzlaşamadan mı?
-Abi o zaman çek git köyüne, nedir bu doğa da doğa.
-Kolay değil.
-O zaman doğa moğa deyip durma bana. Çakılıp kalmışsın betonların arasına nereye gidebiliyorsun.
-Kolay değil gidemem köye.
-Nedenmiş o? Tutan mı var?
-Ne betonu dostum, biz zaten köyde değil miyiz şuan? Bir yerde olan oraya nasıl gidebilir?
-Köyde miyiz biz?
-En azından bedenimiz.

-Hakikaten nerdeyim ben?

Cumartesi, Kasım 08, 2014

Kahvehane müdavimi-2

Gözlerinde bulutlar gezen , sigara yasağından mütevellit içeride sigara içemeyen Behçet Abi elini masaya ritmik şekilde vuruyor, vuruyor, vuruyor. Bir saatin işlemesi, bir trenin yol olması ve dikiş makinasının ipliği kumaşa dikmesi gibi. Sıkılan adamlar, ne çok düşünüyorlar boş yere. Belki bir zaman sıkılan adam olmayı başarabilir insanlar. Sıkılan adam olmayı başarmak öyle sanıldığı gibi kolay değil kesinlikle. İçinde bulunduğun sıkılgan durumu terketme isteğinde olmayacaksın bir kere. Sürekli macera arayan ve sıkılan adam aslında sıkılan adam değildir, sıkılmaktan kurtulmak isteyen adamdır. Behçet Abi sıkılan adamdı. Daha şikayet ettiğini görmedim, çünkü ne zaman ona gitsem, onda emanet bir akıl mutlaka vardır birilerine verecek.
Konuşması zor bir insan, çünkü dinlemeyi çok iyi bilmez. Ona soru sormak ne zordur, hemen anladım der, başlar anlatmaya. Umduğu şeyleri cevaplar, cevaplar, cevaplar. Ya ben, yardıma muhtaç cevaplar arayan ben, ben ne olacağım? Soru soracak kimsenin olmaması ne kadar kötüdür biliyor musunuz? Sandalyelerinden birini beğenip yine konuşmadan cevaplar alacağımı bildiğim Behçet Abi’nin yanına doğru yanaştım. Yine aynı bakış, yine aynı o hınzır gülümseme, tam ağzımdan bir kelime çıkacak, durur mu Behçet Abi;
-Zamanı gelmediyse gelecek olanın, beklemekten başka ne gelir elden?  İşlerin hep bir  zor yanı vardır, en zor yanı ise meçhule olan bağlılık. O meçhule bağlanır, inanır ve hayatımızı ona göre idame ettiririz.
Meçhul nedir? Meçhul yarındır, bunu bende biliyorum. Meçhul umulmadık olandır, meçhul planların dışındaki plan, Allah’ın senin için düşündüğünü ,sakladığı bir kitaptır. Sayfa açtıkça okursun, okumak ise zamanını alır ziyadesiyle. Zihnimi okurcasına düşüncelerimin arasına balıklama atlıyor Behçet Abi;  
-Ne değişti sanki? Değişen bir şey yok aslında, zaten olsa da önemli değil. Ne fark etti sanki? Fark eden bir şey yok aslında, zaten olsa da önemli değil.
Bu kadar çok şey yoksa, madem biz neden varız? Varsak da önemli miyiz? İnsanı akıllandırmalı soru dediğin, bu sorular büsbütün çıldırtıyor hem. Sabrım yok dinlemeye, konuşmak bir ihtiyaç belli, şimdi sıra bende diyerek bu defa dudaklarından bir “A” harfi çıkıveren Behçet Abiyi susturarak:
-Her yokuşun bir inişi var diyordu büyükler, peki hayat yokuşunun inişinden inmek mümkün mü? Hayat öyle bir yol, öyle bir yokuş ki, hep çıkmaya mecbur ve mahkumuz. İnişteki kolaylık ise nefes alırken mümkün değil. Ha bu yokuş bazen 4-5 derecelik eğimi uygun görürken bazen 70-80 derecelere varan eğimiyle yaşamı zor hale getirebiliyor. Zirve desen zaten yok, hep çıkmak hep çıkmak daha yukarıya çıkmak ve asla inememek. Ta ki nefes alma hakkın bitene kadar, işte nefes bittiği an ta en başa, başladığın yere paldır küldür yuvarlanmak ve varmak. Hayat yaşaması güç bir süreç, muhtemelen cennet dümdüzdür.
Mecbur, mahkum, meçhul. Bu üç “m” harfi aslında hayatlarımızın özeti sanki. Sözlerimi sessizce dinlemeyi başarabilen Behçet Abi gözlerindeki bulutu dağıttı.
-Dostum, araba kullanan biri direksiyona bakar da yolu ihmal ederse kaza kaçınılmazdır biliyorsun değil mi? Çünkü aslında yön veren direksiyon değil, yolu gören gözlerdir.
-Ben direksiyon niye var onu öğrenmek istiyorum.
-Direksiyon var ve sen arabadasın, hala araba neden var, direksiyon niye var, ben niye varım diye düşünürken tepe taklak oluyorsun farkında değilsin.
Soru sormak güzel bir hastalıktı, üstelik cevaplar bulamasam bile. Sanki hayatı çok daha kana kana yaşayacakmışım gibi geliyor. Ne yapayım? Düşünmeden olmuyor, hissetmeden olmuyor. Eğer acı çekiyorsan, daha çok düşünerek kendi düşüncende boğulup vurgun yemek istersin, hem uçuruma bakarsan uçurum seni kendine çeker.


Pazartesi, Kasım 03, 2014

Kahvehane müdavimi


“Yalan söylemeyi sevmeyen insanların zamanı vardır, çünkü doğru şeyler yapmak gerçekten zaman alır. Bu zaman, insanın ömrüne bedel olabileceği gibi bazen birkaç gün bazen birkaç saat olur ama illa olur. Yanlış ile yalan birbirine karışan şeyler değil çoğu zaman.  Yanlış yapan yalansız yaşayabilir, yalanla yaşayan yanlışsız iş yapmaz.” Böyle derdi kahvehanenin müdavimi Behçet Abi. Adını söyleyince bir hastalık geliyordu aklıma, ama bu tamamen o doktorun çokbilmişliğinin bir sonucuydu, ben bunu da biliyordum.
Aklım karışık, kendi gelgitlerimin tsunamilere evirilmesi, bir yıkım her yanımı sarmış apar topar çoğu zaman aksakça ilerliyordum. Kim anlardı derdimden, doğru soruyu hangi doğru kişiye sorabilirdim?
Böyle zamanlarda aslında hiç olmayan ama hep düşünen Behçet Abi yetişirdi imdadıma. Hani tembel adam işe yaramaz adam diyenler var ya, bilakis ben böyle düşünmüyorum. Tembel adam çok düşünen adamdır, düşünmekten iş yapamayan adamdır, yalansız adamdır, zamanı olan adamdır. Doğru kahvehaneye gittim, Behçet Abi, bu dededen yadigar mekanın gediklisi olduğundan mütevellit tam beklediğim yerdeydi, yanına oturdum ve iki çay söyledim, biri açık. Kim açık içiyor ki?
Yüzünde hınzır gülümseme,
-Bu sene rekolte düşükmüş diyorlar buğdayda
Doğru sorulara doğru cevaplar vermenin farziyeti üzerine;
-Behçet Abi bur da buğday yetişmez ki, burda balkonlarda bile çiçek yok, ne buğdayı
-Ekmeğe zam demek bu.
-Yeni Fırıncılar Odası Başkanı sen mi olmak istiyorsun?
Kahkahayla karışık, yüzünün kırışıklarına bilgelik katıp;
-Eve ekmek götüreceğiz ya hayta çocuk.
-Ekmek yemek iyi değilmiş diyor doktorlar televizyonda.
-Doktorlara kalsak öldük be.
Bir yerde bir mesleğin erbabı sayıca çoksa orada karmaşa vardır, uzmanlaşma ve anlayış farkı dediğimiz şey tamda bu zaman ortaya çıkar. İnsan kime inanacağını bilemez. Hatta çoğu zaman kendi işine gelen cevabı bulana kadar o mesleğin erbapları arasında mekik dokumaktan çekinmez. İlkokul müsameresi tadında bir yarıştır bu insan zihninde, umut vaat eden hep kazanır.
Behçet Abi’nin konu dağıtmakta üstüne yoktu. Bir selam verelim desen, Napolyon’un Mısır Seferindeki dehasından bahsedecek kadar konu değiştirebilirdi. Çok şeyin çırağı olan bu adam belki de hiçbir işin ustası olamamanın acısını çıkarıyordu kahvehane sandalyelerinde. Tam söyleyeceklerimi hazırlayıp yutkunarak ona baktım ki, sözümü kesercesine:
-Zamanı var
-Ne gibi, nasıl yani?
-Bir tohumun yeşermesi için gerekli zaman gibi
-Ben hiç tohum ekmedim ki nasıl oluyor, nerden bileyim.
-İlkokulda çim adamda mı yapmadın?
-Hayır, ilkokul hocam emeklisini bekleyen, hep aynı gazeteyi okuyan, sağa sola küfreden sararmış bıyıkları olan bir adamdı.
-Ne yani bu dediklerin bir çim adam yapılmasına engel mi?
-Ne bileyim yapmadık işte, uzatma da söyle ne demeye çalışıyorsun?
-O zaman şöyle söyleyeyim, telefonunu şarja taktın, hemen dolar mı?
-Hayır asla, bir süre beklemem gerekir.
-İşte o bekleme süresinin adı “Zamanı var” dır.
-Tamam işte idrak ettim. Ama benim söylemek istediğimle senin söylediğin arasında doğru bir ilişki var mı nerden bileyim?
-Gözler doğru bakarsa, doğru soruyu sorarlar.
-Nerden biliyorsun gözlerimin doğru baktığını.
-Yalan bakmadığına inanmak benim işime geliyor, yalan söylememekte senin işine.
-Pekala ya yalan söyleyeceksem.
-O zaman burada vakit kaybetmez, gider biraz film izler ve hayal kurardın, ama burdasın. Çünkü cevabı duymak istiyorsun.
-Allah aşkına söyle madem nedir cevap?
-Zamanı var.
-Zaman hep var.

Zaman zaten içinde yaşadığımız yer değil mi, başka bir yer mi lazımdı bana. Başka bir bakmak, başka bir düşünmek, başka bir duymak, her şeyin başka olduğu bir zaman mı gerekliydi?

Çarşamba, Ekim 29, 2014

Lamba ve çay süzgeci

Milano'dan Napoli’ye birden ışınlanan genç kendini yeni yapılan fünikülervari  tramvayın tamda yanında buldu, ancak olan oldu ki oraya gelmesiyle tramvayın hareket etmesi bir oldu. Ne de olsa 90da gol yiyen takımları, tek maçtan yatan kuponları , o çok almak istediği ürünü indirimin son günü stoklarda tükenenini hayatının tam merkezinde bulunduruyordu genç. Hayat değişkendir, biliyoruz, muhtemelen gençte biliyor.  Birden beliren ikinci tramvay sanki bagajı açık station wagon araba kasasının açılması gibi açıldı ve bir hamleyle kendini oraya attı. Bavulların, çantaların, envaı çeşit malzemenin bulunduğu yerin  kargo tramvayı olduğunun farkına vardı. Akabinde "indirin beni" diye bağırdı. İsteyerek binilen yanlış araçlara indirin demek! İlk durakta indi, peki kargo tramvayların durur mu duraklarda? İndi ve anlamsızca önüne bakarken birden arkasında o beyaz montlu kızı gördü.
-Aaa sen?
-Evet ben
-Neden?
-Bilmem
-Neyi?
-Kötüyüm
-Sebep?
-Beni en zor anımda bıraktın
Anlamsız sorular, istenmeyerek verilen cevaplar neden hep kısa olur? Matematik gibi mi? En zor soruların cevabı neden çoğunlukla sıfır ? Genç kim olduğunu anladığı kıza doğru ama ufağa doğru bakış atarak:
-Yanılmıyorsam sen beni terk etmiştin.  Zihnin bir tür yanılsamaya bürünmüş herhâlde.
-Bilmiyorum alkolün etkisinden olabilir.
-Alkol mü? Sen içmezsin ki?
-İçmezdim, ancak girdiğin toplumda herkes içiyorsa pekala sende içkiye o kadar kötü bakmıyorsun.
-Yani herkesin yapması bunu legal hale mi getirir?
-Yalnızdım ve ona ihtiyacım vardı işte.
-bildiğim kadarıyla orada yalnız değildin.
-Madden evet, ruhen çoğu zaman ki gibi yalnız.
Maddi anlamda kim yalnız kalabilir? Manen hangi yalnızlık önlenebilir?
-Seni özlemişim
-Bende seni özlemişim, ama anlamsızca.
-Amadan sonraki kelimeler esas maksat değil mi?
-Amadan sonraki kelimeler mazerettir.
Sessizliğin hayata mazeret olduğu durumlara dünya çok defa şahit oldu, işte şimdi tam da o anlardan birinde;
-Peki çocuk? Neden hala yok?
-Olmuyor
-Nasıl olmuyor?
-Komplike sağlık sorunları ve alkolün etkisiyle vücudum olağanın dışına çıkmış. Biliyorsun uzun zamandır tedavi oluyorum
-Tıp beni bazı konularda ikna etmiyor.
-İkna etmesine gerek yok zaten direk sonucu söylüyor
-Ne bileyim bu işler tek taraflı olmaz ki biliyorsun
-Ama yapılan testler tek taraflı biliyorsun
-Düşünceler gibi desene.

Sonra Alaattin’in sihirli lambası gibi bir lamba, kız lambanın içine girdi, genç desen demlikte çay süzgeci, ortalık aydınlandı, çay süzüldü.

Pazartesi, Ekim 27, 2014

Doğdum


bir yoktum
bir doğdum
birden
şaştım
99 sıfatında ne varsa
hepsinde yok oldum

bir baktım
hep kandım
doğruldum
doldurdum
yaşlanmaya değer ne varsa
hepsinde yok oldum

Cumartesi, Ekim 18, 2014

Arabesk

Mahcup ellerde titrek bir heves,
Kursaklara tıkanıp kalan
Ta uzaklardan uçuşup gözlere akan
Bad-ı şimali, yarım kalan nefes

Ne diyor kahin;

Doğdu ve öldü
Hayat dibi derin okyanusun galyotu
Terk edemiyor diyarları
Acaba bir umut
Kaçılır mı o son filikayla
O son okyanuslara
Akabinde
Kurban mı edilir kavuşmalar

Derinden bir "Ah!", bir soru,
Bir şey diyemiyor kahin,
Gelir mi?
Gelecek elbet yaşanacak gün,
Biter mi?
Bitecek elbet ahbes özlem

Genç ve Köylü

Köylü denince gelmiyor akla
Yirmisinde bıyığı terleyen
Yiğit mi yiğit delikanlı
Oysa en çok o çalışıyor
Massey Ferguson 79 model traktörün üstünde
Pıynar dalından küreğin sapında
Yağmur sonrası toprağın kokusunda

Köylü deyince, yaşlı omuzları çökmüş
Hani hep, hatta yaz kış
Oduncu gömleği giyen o adam
Hani sanki,
Bir harabe geliyor akla
Bitmekle tükenmek arasında tartılan
Okul duvarlarında yazan,
"Köylü milletin efendisidir" sözüne binaen
Efendi,
Efendi hiç genç olur mu efendi?

Pazartesi, Ağustos 18, 2014

Her şeyi bilmenin dayanılmaz hafifliği ve düşünce eksenimizin kaygıları

“Bilmediğim, en iyi bildiğim şeydir” diyor filozofun biri. Bu tanım hiç şüphesiz ki “gerçek doğru” kavramını da gerçekten bilemeyen bir bilgi severin sözleri. Başka bir açıyla bakacak olursak  “doğru” şüphesiz ki en çetrefil yolların en anlaşılmaz ve başat düşüncelerin ürünü. Hemen herkesin her şeyi her şekilde ve konumda bildiği ve daha da önemlisi hemen herkesin kendi yanılgısını kabul etmeye yanaşmadığı, üstüne üstelikte “ısrar” tutumunun fanatize olmuş şekilde uygulandığını görüyoruz. “Bilgi”, “kavrama” ve “yorumlama” basamaklarından ilk iki basamağı tabansız bir şekilde terkedip, “kesin inanlı” bir tavırla “yorumlama” basamağıyla olan biten her şeyi açıklama gayretine girişiliyor. İnsanlık tekerleği bir kere keşfetti, bu artık tekerleğin yeni ve yineden keşfedilemeyeceğini ortaya koyuyor bir bakıma. Fakat yorumlama üzerinden fikir beyan etmek zorunda kalmak, adeta keşfedilmiş tekerleği yeniden keşfetmeye simulatif bir tavırla yanaşmayı doğuruyor. Anlamları ele aldığımızda “bilgi” nin, aslında en değerli olması gerekenin, en az başvurulan yöntem olması kabul edebileceğimiz şekilde edinmesi en zor, gidilmesi gereken en karmaşık yol olduğundan kaynaklanmaktadır. Düşünelim, bilmek için harcanan emek, bilmeden yorumlamak için harcanan enerji ile kıyaslanmayacak denli   çaba gerektirir. Temelde Homo economicus’da diyebileceğimiz  “iktisadi insan” hayata karşı tavır geliştirirken bu ekonomik tavrı her alana sirayet etmiş şekilde uygulamaktadır. Süreç içerisinde “bilgi”den uzaklaşan insan, yorumlama gücüyle her türlü sonuca ulaşabileceği gibi absürt bir kazanım elde etmektedir. Bu yüzden tartışmalar kısır, verimsiz ve somut verilerden uzak, son derece irrasyonel davranışlar olarak belirmektedir. Oysaki hayatın her alanında gerçekten bilgiye başvuran insan kendiliğinden rasyonel davranışların bir pratisyeni olacaktır. Bilgiden uzak olarak yapılan “yorumlama” tekniğinin elbette ki etkilendiği en önemli duygu kaygıdır. Kaygıyı hayata karşı olumlu-olumsuz, rasyonel-irrasyonel , akıl-duygu arasında sürekli çalışan bir piston gibi tanımlayacak olursak, düşünce eksenimizin kaygılardan kaynaklanan yollara başvurarak yorumlama yaptığı sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz. “Kaygı” bazlı yapılan her “yorumlama” içinde rasyonel biçimde “gerçek” ten uzaklaşarak ve sübjektif doğruların bir öğesi olarak hegemonyasını düşün dünyasında sürdürecektir. Bu mana da ele aldığımız tartışma biçimlerinde sorulması gereken temel soru “Yorumlarımın içinde ne kadar bilgi var? Bilgi olmayan kısmının ne kadarı kaygılarımdan kaynaklı?” . Saf biçimde doğruya ulaşmak isteyen insan bunu ancak aslında hiç var olmayacak ancak çevresinde dolaşabileceği objektiviteye yaklaşarak gerçekleştirebilir. Özetle her şeyi bildiğini sanan bir insan ile tartışırken onun öncelikli olarak en büyük “kaygılarını” öğrenin, ve bu kaygıların ne kadar rasyonalize edilebileceğini kendi zihninizde tartarak bu minvalde sorular sorarak tartışmayı devam ettirin, cevaplarınızı verirken kendimize soracağımız basit bir soru ile kaygılarımızdan ne kadar uzaklaşıp karşımızdaki insana ne kadar doğru sorular sorduğumuzu tartalım. Çünkü tekerlek keşfedildi ve ancak doğru sorular insanı gerçeğe götürebilir.

Pazar, Ağustos 10, 2014

Renklerden Lacivert

Lacivertinden sıfır kilometre yüzgeçler kanatlanıyor
Şık görünmenin riyakarlığına
Gergin bekleyişlerde nihayet
Bir oda yolun sonunda
Kurulmuş
Sanki
Da vinci’nin sofrasında
Adam kahkahada
Kız oynaşta
Kahve getirir Mardin usulü cezvelerde
Zehir ki ne zehir
“Söyleyin hain hanginiz?”
Oğlan elleri iki yana bağlı gönlü hapiste
“neler oluyor?”

Krakerin yanına yakışıyordu açık çay
Kriter değil ha kraker
Kaçamak bakışlara saklanırken beğeniler
Söz sırası babada
Tam konuşacak
“Dini alet etmeyin” dedi bir ses
Hangi ses?
Vicdan
Köylüydü baba işte
Ne çok biliyordu yağmur ne zaman yağar
Bir çuval un ne kadar
Ama
Neden hep pahalıydı hayat kendini bildi bileli
1,5 kilogram baklava 30 lira
Umutların
Sayısı var hesabı yok










Cuma, Ağustos 08, 2014

Dahukta Yolculuk

Kağnıya binmiş güney rüzgarı
Tard edip şeytanları
Tahtına çıkıyor ruhumun
İman edip yokluğa
Terk ediyor rastlantıları
Birden
"Belki"
Cehennemlerden kaçıp
Açılıyor
Tam karşıda
Yedi cennet kapısı
Gözü kapalı
Portakal çiçeği kokusunda

Rayihalardan derin bir nefes
Yumuşatıp en sert kabukları
Mutluluğu uyandırıyor rüyadan
Mahvedip bu irinli çıbanı
Bir ses
"Keşke"
Bu atrab
Alabilseydi zamanı öne
Dört nala koşardı sentor
Defne kokusunda

Cumartesi, Ağustos 02, 2014

Bir sorun olarak sanat ve muhafazakar camia

Hayata karşı tepki koymanın, refleks geliştirmenin en önemli biçimlerinden birisi onu sanatla ifade etmek. Söz konusu tepkinin sanatsal şekilde yapılması, hiç şüphesiz onun kalıcılığını sağladığı gibi etkisini kuvvetlendiren bir dinamik oluşturmaktadır. Ancak sanatla desteklenebilen ideolojiler sesini çok daha gür çıkarabilir. Çünkü insanın içinde doğuştan getirdiği en önemli reflekslerden(ben refleks olarak nitelendiriyorum, bir düşünsel refleks) biri olan “keşfetme ihtiyacı” ancak sanatla gerçek bir keşif haline bürünebilir. İmgeler ve sanat insanları birbirine bağlamaktaki en önemli köprülerden birisidir. Bugün içinde bulunduğumuz paramparçalığın en büyük sebeplerinden birisi şüphemiz ortak bir sanat algısı oluşturup, bu söylem üstünden etki inşaa etmedeki eksikliğimizdir. Sünni-şii ayrımına bile bakarsanız çok ciddi bir sanat farkı vardır. Kabul edelim ki bizden çok daha muhafazakar görünen şia, Sünnilere nazaran çok daha sağlam sanat eserleri ortaya çıkarmıştır. Sünni dünya olarak sanatla aramızda uçurumlar var, oysa uçurum bir adımdan daha uzun değil, zıplamaya niyetimiz olsa karşıya geçeceğiz ama ne yazık ki başarılamayan bir durum. Çocukluğumuzdan beri sanatla şeytan ortakmışçasına davranmayı öğrendik. Bu yüzden muhafazakar kesim olarak iyi bir müzisyenimiz yok, virtüözünü geçtim, iyi bir sinema yönetmenimiz yok, iyi bir romancımız yok. Uluslararası romancımız çıksa ana avrat küfrediyoruz, adamın ideolojisinden kendi nefretimizi kusuyoruz ama oturup mücadele etmiyoruz. İyi eser her yerde kabul görür, sadi şirazinin tüm dünyada kabul gördüğü gibi. İyi bir karikatürist çıkarmadan yine bu anlamda gerçek bir dava şuuru kazandıramayız.Bu duruma küçük bir örnek vermek gerekirse, Filistin mücadelesini Filistin yapan unsurlardan birisi de Hanzala’dır. Hanzala’nın sırtına dayanan Müslümanlar mücadeleye daha sıkı bağlanıyorlar. Çünkü sanat kavramayı beraberinde getiriyor. Ve kavrayıştan eksik muhafazakar yapı anlayıştan da mahrum kalıyor. Bu yüzden acilen sanat faaliyetlerinde kendilerini göstermeleri gereken bir toplumla karşı karşıyayız. Yoksa Doğu Türkistan davasını da kavrayamayacağız, Filistin davasını da. Olaylara ise hep Aristo mantığında bakacağız, bulanık mantığı es geçeceğiz.

Kararan ruhlarımız:Doğu Türkistan ve Filistin

Bu ülke toplumu yaklaşık 2200 yıldır hiç bir zaman bir zemin üstünde tam olarak anlaşamadı, bu gerçek hala değişmedi. Milattan önce boylar arasındaki mücadeleyle başlayan süreç 19. yüzyıldan itibaren ideolojik anlamda bölünmeyle devam etti. Görünen o ki yüzyıllar bize çok yaramıyor. Bunun temelinde belki de bu coğrafyadaki her bireyin şifahi öğrenmeyeağırlık vermesi ve kavmiyetçiliği. kavmiyetçiliği ırki bazda elbette kullanmıyorum. ne yazık ki ikili ilişkilerde birbirini seven ve anlaşan insanlarımız kapalı kapılar ardından birbirleri hakkında plan kurmaktan da geri kalamıyorlar ve dahası küçük planların küçük adamları olmayı tercih ediyorlar. Bu küçük planlar o kadar uzayan bir liste oluşturuyor ki söz konusu ortada biz zulüm olduğunda bile insani duygulardan tamamen arınıp kavmiyetçiliğimizle zulümlerde ayrıma gidiyoruz. Örneğin insanlarımız hala ortada zulüm vardır ve biz zulme karşıyız demek yerine, doğu türkistana ses çıkarmayan neden filistinde konusuyor, ya da doğu türkistanı konuşan neden ağzına filistini alamıyor gibi saçma sapan diyaloglara giriliyor. Özetle zulümde birleşemediğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz her defasında. Ramazan ayında oruç tutanlara zorla su içerten çin yönetimi ile ramazan ayında filistinlilerin üstüne bombalar yağdıran israil aynı tarafın üyeleri olduğunu söyleyemiyoruz. Zulüm tek sestir, bu böyle biline. Ve her müslüman Kur'ani bir tavırla kavmiyetçilikten uzak bir dik duruş sergilemeli, ve en önemlisi başarılamayan "mükemmel" davranışlardan insanların "iyileri" yapmalarına engel olunmamalı. Zulüm karşısında tek ses olmak, tek duada birleşmek her daim bir müslüman üzerine en az namaz kadar, oruç kadar farzdır. Bu anlamda kavmiyetçiliğinizden vazgeçin doğu türkistana sahip çıkın, en azından dualarınızda, yine sizde kavmiyetçiliğinizden vazgeçiniz filistine sahip çıkınız. orada çocuklar ölüyor, ve çocukların ideolojileri yoktur.

Çarşamba, Nisan 23, 2014

Sözden Vahye Aldanış







yaşamak vahyin birinde
bekliyor içimdeki peygamber, nerede gelecek
yolların başlangıcı
mağaraya uzanıyor gösterilmeyen
bir sefer düzenleniyor insanlığa
kaçışıyor varolandan dimağlar
utanıyor secdelerde alınlar

külhanbeyliğini meslek edindiyse nefs
ne söz dinler, ne söz anlatır
giden gelir, gider gelir
kırk adım bir voltada
"ikra" dese de yaradan
acır
açar alfabe okur

Cumartesi, Ocak 18, 2014

Bahar ve Evcilik

kuru dalların budanmaya aşkı
filizleniyor hayretler içinde
koşar adım baharlara

damlalarsa yeşillenir
bir kökün en ücra sevişmelerinde
akıverir gönüller

heves, hırs ve samimiyetse
birbirine açılan odaların içinde misafir
komşuluk eder yalanlara

yenilmeyi sevmiyor insan
her mevsimde, her oyunda
her sözde, her dakikada
hatta ve hatta
evcilik oyununda bile








Çarşamba, Ocak 08, 2014

Sunağın Kurbanına Saygısı


















Vakit sunakları aldatırken en girift karanlıkları
Meslek edinmiş diyorlar "çobanı" gütmeyi yunus balıkları
Miyosenden havalanan gülümseyen menzilli cemre
Hangi intihara düşer
Havaya mı, suya mı, toprağa mı yoksa çokça akla mı?
Titrekçe
Uzaklardan, mavilerden bir ses!
İnsandan çok benziyor gemilere
"kalimera, kalimera,kalimera"
Anlamaz ki bu dilden baygın bakışlı ufuklar
Aslında biliyorlar
Nereye gitse yabancı olacak kendine
İhmal edilecek iyi niyeti, hapsedilecek kadere.